Menü Kapat

Hicret mi Sürgün mü? İsrail için Fark Etmez

Trump’ın konuşmasından hicret güzellemelerine

4 Şubat’ta Netanyahu ile yaptığı basın toplantısında Trump, Gazze’nin yönetimini ABD’nin devralacağını ve Filistinlilerin “başka bir yere gitmesi gerektiğini” söylemiş; 6 Şubat’ta sosyal medya hesabından yaptığı açıklamayla benzer ifadeleri tekrarlamıştı. İki ay sonra aynı anlama gelecek “çözüm önerileri”, “Filistin destekçisi” çevrelerde de “hicret” adı altında duyulmaya başlandı.

Aslında bu hicret önerisi, uzun süredir muhafazakâr entelektüeller arasında dillendiriliyordu; ancak geçtiğimiz haftalarda kaleme alınan bir köşe yazısıyla somutluk kazandı. İlginçtir ki, bu öneriyi konuşanların büyük çoğunluğu, Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın itidal çağrısıyla ilk 10 gün boyunca yön tayin etmekte zorlanan ve İsrail’e doğrudan karşı çıkmak yerine Batı’yı eleştirmekle yetinen kişilerdi. Önce “Hamas bu işin sonunu bildiği hâlde neden saldırıya geçti?” diye sordular; ardından Filistin’i Batı’ya sopa sallamak için kullandıkları bir retoriğe indirgediler. Süreç, Rafah’ın haritadan silinmesine kadar ilerlemişken, bu kişilerin Filistin’in özgürleşmesi için ortaya koyabildiği nihai entelektüel katkı “hicret önerisi” oldu.

Hicret mi sürgün mü?

“Hicret” her ne kadar İslam tarihinde geri dönmek üzere çıkılan bir ayrılış, bir direniş biçimi olarak kodlansa da günümüzde ulus-devlet çağında hicret etmek; mülteci olmak anlamına geliyor. “Gazze’den gitsinler” demek; vatansızlaştırılmak, mekânından, geçmişinden, siyaseten var olmaktan koparılmak demek. Türkiye’de de dünyada da ırkçılıkla, ötekileştirilmekle, yok sayılmakla biteviye mücadele etmek demek. 

Zaten modern uluslararası düzende, devlet olarak tanınmamak, Filistinlilere yönelik yapısal yok sayılmanın kökenlerinden biri. Böylesi bir bağlamda “hicreti” bir çözüm olarak önermek, bu öneriyi neredeyse acımasız bir lükse dönüştürüyor. Asıl çarpıcı olan ise şu: Hicret gibi politik alt metinler barındıran ve son derece güçlü bir tarihsel bağlama sahip bir kavramın, bugün Filistin direnişini hizaya çekmek, sınırlamak ve ehlileştirmek için kullanılmaya başlanması. 

Konforlu koltuklardan mültecilik çağrısı

Dahası, bu tür önerilerin şaşırtıcı olmayan biçimde sınıfsal olarak avantajlı bir konumdan serpiştirilmesi. Güvenli alanlarında, sıcak koltuklarında siyaset yapmayı alışkanlık hâline getirenler, hicreti “öngörülebilir bir çözüm önerisi”ne dönüştürmekte hiçbir sakınca görmüyor. Filistinlilerin canları pahasına verdiği varoluş mücadelesini, en küçük bir bedel ödemeden; protesto, itiraz ya da eyleme gerek duymadan, bir “hicret güzellemesiyle” yorumlamak, ancak kapitalize olmuş, sindirilmiş ve statükoyla bütünleşmiş bir İslam anlayışıyla mümkün olabilir.

Ateşkesin ardındaki soykırım

Son zamanlarda “ateşkes” tekrar gündem olsa da, artık biliyoruz ki bu, İsrail için hiçbir zaman barış anlamına gelmedi. Nitekim ateşkes savaşan iki düşmanın çarpışmaları durdurmasıdır. Filistin meselesinde ortada ne bir savaş, ne iki düşman, ne de bir çarpışma var. Bu bağlamda İsrail’in yalnızca düşmanıyla savaşan bir taraf değil, yerleşimci, siyonist, neo-kolonyal bir “güç” olduğunu, meselesinin yalnızca Filistin halkı değil, Filistin’in kendisi olduğunu, sadece insan öldürmediğini, Filistin’i ve halkını silmek için envai çeşit taktiğe başvurduğunu anlamalıyız.

Ateşkesler de İsrail’in birkaç haftalığına askerî mola verdiği, uluslararası baskıyı ve kamu dikkatini savuşturduğu, sonra bir kez daha Filistin’e saldırdığı birer taktiksel döngüye dönüşmüş durumda. İsrail’in derdiyse kesinlikle ikinci aşamaya ulaşmak, hatta bu soykırımın devamında herhangi bir yere varmak değil, tam da bu döngünün kalıcı olması.

Dolayısıyla, “Filistin’in tarafında olmak” ne demek, bunu gerçekten yeniden düşünmeliyiz. Zira burada taraflı bir savaşta, dinî ya da siyasi saiklerle pozisyon almaktan söz etmiyoruz. Filistin, yerinden edemediklerini öldürmeye; öldüremediklerini yerinden etmeye çalışan bir sömürgeci akla karşı, silinmek istenen bir halkın inatçı varoluş mücadelesidir. Bu sadece bir coğrafyada verilen savaş değil; modern dünyanın bütün sömürü biçimlerinin, şiddet aygıtlarının, ikiyüzlü ahlakının ve liberal riyakârlığının aynı anda ifşa olduğu bir yarılmadır.

Direnişin mekânsal doğası

Eğer mesele, Trump’ın emlakçı bakış açısıyla yalnızca bir mülkiyet tartışması olsaydı, “İnsan mı daha değerli, toprak mı?” sorusunun yanıtı açıkça insan olurdu. Ancak sömürgecilik, özellikle yerleşimci sömürgecilik, yalnızca can almakla değil; mekânı daraltmak, hayatı sürdürülemez kılmak, halkı göç ya da ölüm arasında bırakmakla işler. 

Bu yüzden toprak, postkolonyal literatürde yalnızca bir mülkiyet nesnesi değil; kimliğin, tarihin ve aidiyetin de zemini olarak merkezî bir yere sahiptir. Frantz Fanon’un da vurguladığı gibi, sömürgecilik bir savaş değil, mekân rejimidir. Sömürgeci, sömürdüğünü sadece öldürmek değil; yerinden etmek, tarihten ve mekândan silmek ister. Bu bağlamda direniş, yalnızca hayatta kalmak değil, mekâna, kimliğe ve tarihe tutunarak varlığı sürdürebilmektir. Mekânsaldır.

Kavramlar kimin tarafında?

Gazze hakkında konuşurken kullandığımız kavramlardan çok, kiminle aynı dili kurduğumuza bakmalıyız; “yeniden yerleştirme”, “insani koridor”, “hicret” gibi sözde insani çözümler, direnişi tasfiye etmenin makyajlı yollarıdır. İsrail bir devletten çok, Batı’nın Doğu’ya dair tahakküm hayalinin aracıdır; etkisi lobilerle sınırlı değil, medya, ekonomi ve hukuk diline kadar sızmış durumda. Böyle bir yok etme çabası, siyasi değil varoluşsal bir karşılık gerektirir. Ateşkes çözüm değil, sadece kısa bir moladır. “Kadınlar ve çocuklar ölmesin”le yetinen dil, zamanla normalleşmeye ve kabullenişe evrilir. Direnişi romantize eden değil, radikalleştiren bir dil ve eylem gerekir.

İnsan bazen kendini şunu söylerken buluyor: Sizden zaten hiçbir sahici çağrı, hiçbir gerçek direniş örneği beklemiyorduk ama bari gerçekten o bencil konforunuzla susup otursaydınız da, kendinize İslami literatürden keyfî biçimde temellük ettiğiniz kavramları öne sürüp, onları kendi statükocu, teslimiyetçi, sindirilmiş ve kapitalistleşmiş İslam anlayışınıza alet etmeseydiniz.

Yerinde kalmanın direnişi

Filistin’in direnişi, sadece bombalar yağarken değil; dünya sessizken de, artık “destekçileri” dahi “gidin” derken de, İsrail silahla, Batı diplomasiyle, Türkiye dahil diğer ülkeler ticaretleriyle bu ısrara katkı sağlarken de devam ediyor. Çünkü orada kalmak, nefes almak, çocuk doğurmak, yaşlanmak bugünkü durumda başlı başına devrimci bir hareket. Çünkü Filistinliler gitmediğinde; İsrail kaybeder, emperyalizm kaybeder, sistemin çatlakları görünür hâle gelir. Dolayısıyla bugün yapılması gereken şey çok net: Gitmeyenlerin yanında saf tutmak, orada kalanların sesini büyütmek ve toprağın ne demek olduğunu unutmamak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir