Üretim ilişkilerinin tarihsel süreç içerisinde güçlenmesi, üretim araçlarının ortaya çıkışı ve giderek gelişmesiyle birlikte toplumsal yapılar ve sosyal ilişkiler de köklü bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmadı; kültürel, siyasal ve ideolojik alanlarda da kendini gösterdi. Bu dönüşüm, egemen sınıfların tahakkümünü pekiştirirken, ezilen sınıfların direnişini ve örgütlenme arayışlarını da beraberinde getirdi. Sınıflar arası güç mücadelesi sadece fabrikalarda değil, zihinlerde ve sokaklarda da gerçekleşti.
Hayırlısıyla bi sınıf atlayalım da…
Ancak bugün, tüm dikkat ve çabanın yalnızca işçilerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesine yöneltilmesi, toplumsal yapının diğer önemli bir bileşeni olan orta sınıfın kritik ve tehlikeli konumunu gözden kaçırmamıza neden oluyor. Bu durum, sınıf bilincine dayalı eleştirilerde ciddi bir boşluk yaratıyor. Nitekim modern kapitalist toplumlarda orta sınıf, sistemin sürdürülebilirliği açısından hayati bir tampon bölge işlevi görüyor.
Ne üretim araçlarına tam anlamıyla sahip olan burjuvaziye, ne de emeğiyle üretim sürecine doğrudan katılan proletaryaya dâhil edilebilecek bu ara sınıf, kapitalist sistemin en çok etkilediği ve biçimlendirdiği kesim olarak karşımızda. Hem ideolojik hem de pratik düzeyde sistemin yönlendirmelerine açık olan bu sınıfın davranışlarını, değerlerini ve hedeflerini büyük ölçüde, bir gün burjuvazinin parçası olacağına dair taşıdığı umut şekillendiriyor.
Bugün orta sınıf, kapitalizmin ideolojik aygıtlarıyla evcilleştirilmiş, tüketim kültürüyle kuşatılmış ve bireysel başarı mitleriyle büyülenmiş “küçük burjuvalar” olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de ekonomik uçurum derinleşirken, orta sınıf üst sınıfa öykünüp alt sınıfa yabancılaşıyor. Sınıfsal bilinç geliştirmek yerine “üst sınıf gibi” davranmaya çalışıyor; böylece hem sistemin eleştirisini erteliyor hem de onun gönüllü taşıyıcısı hâline geliyor. Böylece kapitalist düzene boyun eğen bu sınıf, tarihsel olarak sömürüye karşı değil, statükonun yanında saf tutuyor.
Orta sınıf düzenin gönüllü bekçisi mi?
Dolayısıyla orta sınıfın sistem içerisindeki işlevsel doğasının ve sınıfsal konumunun doğru analiz edilmesi, kapitalist sistemin bütüncül bir eleştirisi için de zorunluluk arz ediyor. Yalnızca işçi sınıfının “bilinçlenmesine” odaklanan bir mücadele anlayışı, sistemin bazı hayati parçalarını gözden kaçırarak devrim tahayyülünde eksik kalmaya mahkûm. Zira mücadele, yalnızca emeğin sömürüsüne değil; bu sömürüyü meşrulaştıran ve yeniden üreten tüm toplumsal ilişkilere ve sınıflara karşı da verilmeli.
Burada altı çizilmesi gereken esas nokta, sınıfsal ayrımların yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel boyutlarla da inşa edildiği. Nitekim toplumsal eşitsizliği sadece ekonomik sermaye üzerinden tartışmak, kültürel sermayeyi göz ardı eder ve sınıf geçişkenliğini olduğundan kolay gösterir. Örneğin, bir inşaat işçisi zaman zaman orta sınıf bir beyaz yakalıdan daha fazla gelir elde edebilir; ancak bu durum onu kültürel ve sembolik sermaye açısından aynı sınıfa yerleştirmez. Dolayısıyla sınıfsal konumu belirlemede gelirden öte saygınlık arayışı ve kültürel aidiyet biçimleri de kritik rol oynar.
Büyüyünce burjuva olacak ablası
Bu çözülmenin temelinde, orta sınıfın burjuvaziyi yalnızca ekonomik imkânlarla tanımlaması ve bu sınıfa dâhil olmanın salt maddi birikimle mümkün olduğunu sanması yatar. Oysa burjuvazi, sadece sermayeden ibaret olan değil; belirli tüketim akışkanlıklarıyla, dış görünüşle, kullanılan markalarla, kültürel habitusla örülen çok katmanlı bir yapıdır. Küçük burjuva, tüketim alışkanlıklarıyla bu yaşam biçimine dahil olduğunu varsayar; ve o şekilde “görünmek” ister ancak sınıfsal aidiyet, yalnızca görünür tüketim kalıplarıyla da belirlenmez.
Dahası, orta ve alt sınıfların önemli bir kesimi, farkında olmadan burjuva olma arzusunu içselleştirir. Bu arzu, bireyi yalnızca ekonomik değil, ideolojik olarak da sistemin taşıyıcısına dönüştürür. Sistemin devamını sağlayanlar çoğu zaman tepedekiler değil, yukarı çıkma hayaliyle yaşayanlardır. Yani sistemi sürdürenler sermayedarların torunlarından çok, güç istencine sahip kölelerdir.
Surat asmak hakkımız!
“Bugün dünya sistemi iyi bir başlangıç yapanların güçlü katkılarıyla ayakta duruyor sayılmaz. Sistemin işleyişine en çok katkıda bulunanlar kötü bir başlangıç yapıp da kendilerini bir gün iyi başlangıç yapanların gücüne ulaşacaklarına inandıranlardır. Onlar gülmek bizim de hakkımız diyerek ve mütebessim bir çehre ile sistemin yıpranan çarklarını onarmaya, tükenen yakıtını takviye etmeye çabalıyorlar. Böylece ırkçılık örnek ırkın ideallerini gerçekleştirme yolunda çalışan aşağı ırktan unsurların desteğiyle güçleniyor.
Belki firavunlar piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle yükselttiler. Günümüzde olay biraz farklı. Köleler belki ben de firavun olurum düşüncesiyle piramidin inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar. Biz firavun olmayı iyi bir sonuç saymadığımız için tebessüm etmiyoruz. Firavun olmak için iyi bir başlangıç yapmadığımıza da üzüldüğümüz söylenemez. Surat asmak hakkımız diyoruz, ama bunu eleştiri hakkımızı elde tutabilmek için söylüyoruz.
Surat asmamız, Dimyat’ta pirinç bulamadığımız veya evdeki bulgurdan olduğumuz için değil; bizi böyle bir yolculuğa sevketmek isteyenlerin gasıp olduğunu bildiğimiz içindir. Bundan böyle Müslümanlığımızın herhangi bir tuzağa yem olarak konmasına, kâfirlerin konforu ve tatmin yolları müslümanların da hakkıdır yollu aldatmacaya bir son verebilmek için surat asmak hakkımız demeyi seçiyoruz.”1
- Özel, İsmet (2000), Surat Asmak Hakkımız, İstanbul: Şule Yayınları. ↩︎