29 Ekim’i her yıl benzer söylemlerle kutluyoruz: halk, demokrasi, seçme-seçilme hakkı, birlik, ilerleme, medeniyet, özgürlük… Oysa Cumhuriyet’in 102. yılında bu kelimeler herkes için aynı anlamı taşımıyor. Bazıları için hâlâ uzak; bazıları için yavaş yavaş uzaklaşıyor; bazıları içinse ancak şimdi, yeni yeni ait olabiliyor. Toprakları paylaşılmak istenen bir halkın, bağımsızlığını kazanarak yeniden doğuşunun simgesi olan bu gün; kimileri için çocukluk törenlerinin nostaljisi, kimileri için devleti tarafından dışlandığı yılların hatırlatıcısı, kimileri içinse ait hissetmediği bir kimliği kutlamak zorunda hissetmenin ağırlığı.
Belki de tam bu yüzden Cumhuriyet’i, Türkiye tarihinde tek bir “dönüm noktası” olarak değil; bitmeyen bir sürecin parçası olarak düşünmek gerekiyor. Nitekim Cumhuriyet, resmî olarak ilan edildiği gece doğmadı. Kökleri, Tanzimat’la birlikte ilk meyvelerini veren modernleşme arayışına; dünyanın yeni bir devlet sistemine geçtiği bir dönemde, imparatorluk kimliğini korumaya çalışan Osmanlı’nın kendini Batı’ya bakarak tanımlama çabasına kadar uzanıyor. Yani 29 Ekim 1923, bu sürecin sıfır noktası değil; uzun zamandır sorulan bir soruya, yeni biçimde verilen bir cevaptı: Biz kimiz?
Devletin duygusal yeniden doğuşu
Osmanlı modernleşmesinin son durağı olan Cumhuriyet’in ilanı, İttihatçı merkezîleşmenin, pozitivist modernleşmenin hem kültürel, hem siyasal anlamda Batılılaşma arzularının harmanlandığı bir sentezdi. Bu yönüyle Cumhuriyet, yalnızca yönetim değişikliği ya da ideolojik bir devrim değil; Türkiye devletinin kendi varlığını duygusal biçimde yeniden kurma süreciydi. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, Batı’ya benzeme ve tam da bu benzerlik sayesinde ondan farklı kalabilme arzusunu aynı anda taşıyordu. Türkiye’deki anlamıyla modernleşmek, “Batı gibi” ama “ondan daha üstün” olmayı gerektiriyordu. Cumhuriyet’in kimlik politikasını belirleyen de bu ikilemin yarattığı gerilim oldu. Bu çelişkiyi çözmek için, bize özgü, “yeni” bir kimlik şarttı: Türklük.
Batı karşısında özgüven üretmek ve içeride homojenlik sağlayarak devletin birliğini güvenceye almak için kullanılan bu kimlik, yeni Türkiye’nin halkı için bir ortak paydadan çok, devletin kendi kendini tanımlama biçimi hâline geldi. Vatandaşlık, içsel bir aidiyetten ziyade, dışsal kategorilere gösterilen uyumla ölçüldü. “Türk olmak” gerçekten de ayrımcı bir etnik kategori değildi, çünkü bir terbiye biçimiydi. Cumhuriyet’in modernleşme projesi; farklılıkları, eğitilecek, dönüştürülecek, hizaya getirilecek unsurlar olarak gördü.
Sonuçta Cumhuriyet ve “kimin cumhuriyeti” olduğu, halkın sesinden doğsa da devletin otoritesiyle tanımlandı. Yeni Türkiye ulus-devleti, halkına “özgürlük” vaat ederken, aynı anda ondan bir tür ideolojik ve duygusal sadakat talep etti. Bu sadakat, yalnızca siyasal bağlılık değil; bir inanç biçimi, bir yaşam tarzı disiplini olarak kurgulandı. Devleti sevmek, Cumhuriyet’e inanmak, modern ve makbul yurttaş olmak artık tercih değil, vatandaşlığın meşruiyet ölçütleri hâline geldi. Devlet halka göre değil, halk devlete göre şekillenmeliydi ve Cumhuriyet, bir yönetim biçiminin ötesinde, bir duygusal disiplin rejimi olageldi.
Modernitenin temeli olarak milliyetçilik
Milliyetçiliği çoğu zaman bir ideoloji olarak anıyoruz; oysa bu kavram, modern devlet sisteminin ve dünya düzeninin birey düzeyindeki en güçlü duygusal yapısı. Zira bireyi merkeze taşıyan bu yeni sistemde “millet” kavramı, hiçbir yere ait olamayan kişilerin bile bir “biz”e ait olma ihtiyacını karşılarken, devletlerin de sürdürülebilirliğini sağladı. Tanrı, kral, padişah ve cemaat gibi geleneksel otoritelerin etkisini yitirmesiyle(!) oluşan boşluğu “ulus” fikri doldurdu ve “biz kimiz?” sorusuna hem politik, hem duygusal bir yanıt verdi; geçmişi başarı hikâyesine, coğrafyayı kimliğe, vatandaşlığı ise devlete ve millete duyulan sadakate dönüştürdü.
Ulus, görünüşte birleştirici bir formdu; fakat varlığını hep bir “öteki” üzerinden kurdu. İçerideki toplumsal farklılıkları “birlik” söylemiyle yönetirken, dışarıda “aydın” ile “geri kalmış” arasındaki hiyerarşiyi kurdu. Böylece birlik, farkı dışlayarak tanımlandı; millî dayanışma, çoğu zaman ortak düşmanlara ve “modern olmayana” karşı kuruldu. Cumhuriyet’in, kendisine giden yolda devraldığı duygu da bu modern akımdan ilham alıyordu. Ancak Cumhuriyet ile birlikte kurumsallaşan bir devlet ideolojisi olarak milliyetçilik, bir noktadan sonra halkı birleştirmenin değil, yönetilebilir kılmanın aracına dönüştü. Yeni Türkiye devleti, bir kimlik duygusunun organik inşasından önce, kimin o kimliğin içinde kalacağına karar vermeye girişti.
Eşit olmayan eşitlik vaatleri
Cumhuriyet’in kuruluşunda sık sık tekrarlanan “özgür ve eşit yurttaş” fikri, devlet merkezli bir kavramsallaştırmaydı; yurttaş, modernleşme sürecinde özne değil, nesne konumundaydı. 1920’ler ve 30’lar boyunca gerçekleştirilen inkılaplar —kıyafet düzenlemeleri, Medeni Kanun, eğitim seferberliği— ülkeyi “ilerleten” reformlar olmakla birlikte, bu “ilerleme”nin nasıl ve kim tarafından tanımlandığı da sorgulanmaya değer. Nitekim kadınlara tanınan haklar da bu yukarıdan belirlenen modernlik tahayyülünün dışında değildi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının kurmaya çalıştığı Kadınlar Halk Fırkası, 1923’te —yani Türk milletinin seçme-seçilme hakkını kazandığı aynı yılda— kadınların bu hakka sahip olmadığı gerekçesiyle reddedilmişti.
Kadınlara seçme-seçilme hakkı 1934’te tanındığında ise, bu hak uzun süredir mücadele eden kadınların gecikmiş bir başarısı olarak değil; devletin “uygun gördüğü” kadınlık biçiminin, devlet uygun gördüğünde tanınması olarak ortaya çıktı. Evet, Cumhuriyet sayesinde ve onun eliyle verilen haklarla kadınlar artık kamusal alanda görünür olabilirdi; fakat bu görünürlük, devletin çizdiği sınırlar içinde geçerliydi: modern, ölçülü, seküler ve devletine sadık. Bu durum sadece kadınlarla sınırlı değildi. Cumhuriyet’in eşitlik söyleminin bazen doğrudan, bazen kimlik sınırları nedeniyle, bazen de pratikte dışında kalan toplumsal gruplar halkın “terbiye edilecek” kesimiydi.
“Terbiye etme” arzusunun modern versiyonu
Bunların üzerinden bir yüzyıl geçmiş ve Cumhuriyet ile artık birçok nesil deneyim yaşamışken görüyoruz ki, bu model yalnızca tek parti dönemiyle sınırlı kalmadı. Bunun etkileri hâlâ bizimle; yaşayan en belirgin örneklerinden biri, 1980 darbesiyle yeniden merkezîleştirilen ve 1990’larda laik-milliyetçi bir güvenlik doktrinine dönüşen devlet ideolojisidir. Başörtüsü yasağı ise —başörtüsünün görünürlüğe dair ifade ettiği anlamlar sebebiyle— bu yeni dönemin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Cumhuriyet’in genel olarak yurttaşı, özelde ise kadın bedenini “terbiye etme” arzusunun modern versiyonuydu. Devletin modern “özgürlük” anlayışı, kamusal alanda kimin görünebilir olacağına karar verme hakkına dönüşmüştü ve bu çerçeveye sığmayan her varlık, devletin millet ideali uğruna feda edilebilirdi.
Bu doktrinin, devletin başına geçen partilerin ideolojisinden değil; devletin kendi yapılarının kurumsal sürekliliğinden beslenmesi, görünürlük rejiminin devlet mekanizmasının temelindeki yerini gösteriyordu. Nitekim bu dönemde MGK kararları, sivil siyasetin üzerinde bir gözetim mekanizmasıydı. YÖK, üniversiteleri ideolojik olarak hizaya sokmaya yarıyordu. Kampüs kapılarında turnikeler, kılık-kıyafet denetimleri ve disiplin cezalarıyla öğrencilerin bedenleri üzerinden laiklik, halka adeta öğretilmeye çalışılıyordu. Kamu personel rejimi güvenlik soruşturmalarıyla biçimlendi; memuriyet ve bürokrasi gibi devlete ait çalışma alanları, makbul görünümden geçenlerin erişebildiği bir statüye dönüştü.
AKP: Bir sapma değil süreklilik olarak Cumhuriyet krizi
AKP dönemi, Türkiye siyasi tarihinde çoğu zaman bir sapma olarak değerlendirilir; nitekim Erdoğan’ın kişisel etkisi, iktidarının süresi ve rejim üzerindeki dönüştürücü gücü inkâr edilemez. Öte yandan, 2002’de Cumhuriyet’in dışlayıcı mirasının mağduru kimlikleri temsil etme iddiasıyla iktidara gelen AKP’nin 23 yıllık iktidarı, siyasal olarak ne kadar belirleyici olursa olsun, ideolojik olarak Cumhuriyet’ten sandığımız kadar uzak değildir. “Yasaklarla mücadele eden” bir özgürlük söylemiyle yola çıkan AKP, 2008’de Anayasa değişikliğiyle üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırmaya çalıştı; ancak düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Buna rağmen 2010’lardan itibaren YÖK’ün uygulamaları fiilen gevşedi; 2013’te kamu personeli için yasağın kaldırılması, 2016’da ise polis ve TSK’da yapılan düzenlemelerle birlikte başörtüsü yasağını resmen sona erdirdi. Fakat yasağın kalkması, mekanizmanın değiştiği anlamına gelmiyordu.
Bugünden bakıldığında açıkça görülüyor ki, Türkiye’de devletin kimlerin “makbul” sayılacağına karar verme yetkisi hâlâ yerinde duruyor. AKP döneminde laikliğin kendini “görünürlük” üzerinden koruma refleksi, yerini bu kez “millî ve manevi değerleri” koruma refleksine bıraktı. MGK’nın yerini RTÜK ve valilikler aldı; görünürlük alanı artık “irtica” değil, “ahlaksızlık” gerekçesiyle kısıtlanıyor. Üniversitelerden konserlere, sosyal medyadan kamusal etkinliklere kadar sansür ve denetim alanı giderek genişliyor. Bu dönüşüm, AKP’nin Atatürk’ün Cumhuriyeti’nden kopuşunu değil; onun yapısal mirasının devamını gösteriyor. Tanzimat döneminin İstanbul’daki halktan kopuk tartışmalarından bugünün “millî birlik” söylemine kadar uzanan çizgide değişmeyen şey, devletin halkıyla kurduğu ilişki biçimi.
Cumhuriyet, hâlâ kendi vaadini tamamlayamadı
Bu ilişkinin temelinde, devletin halkına duyduğu güvensizlik; ve bunun karşısında, halkın da iktidar kendi elinde olmadığında özgürlüğünü kaybedeceğine inanmasına yol açan, devlete duyduğu güvensizlik yatıyor. Türkiye’de özgürlük, devletin izin verdiği kadar var olabiliyor. Modernleşmenin her evresinde “birlik” söylemi, farklılıktan duyulan korkunun ve onu bastırma isteğinin ifadesi oldu. Çünkü hepimiz biliyoruz —ve bu ülkenin tarihinin bir noktasında deneyimledik ki— devlet, halkını tanımak yerine tanımlamayı tercih ediyor. Ve bu tanım her dönemde aynı temele dayanıyor: sadakat. Makbul yurttaş; devlete inanan, onun çizdiği sınırlar içinde kalan, devlet özgürlük alanını daraltsa bile ona el kaldırmayan kişi.
Cumhuriyet’in tüm kazanımlarına rağmen aşamadığı en temel sınır, yurttaşlığı bir doğal hak olarak değil, sadakate dayalı bir ayrıcalık olarak tanımlamasıydı. Özgürlüğü onayla, eşitliği benzerlikle ölçtü. Bu süreçte devlet, halkını temsil etmek yerine, ona belli bir ölçüde izin verdi ve bu “izin rejimi” laik ya da muhafazakâr fark etmeksizin, yüzyıldır yürürlükte. Bu süreklilik, toplum içinde de yeniden üretiliyor. Cumhuriyet’in eşitlik vaadi, özellikle bugün içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürde, rekabete dönüşmüş durumda: Kim daha vatansever? Kim daha “hakiki” yurttaş? Kim bu ülkeye ve değerlerine daha çok ait?
Bugün milliyetçilik, siyasi fikirleri ne kadar farklı olursa olsun, neredeyse herkes için aynı duygusal işleve sahip. Bu da eşitliğin baştan beri duygusal sadakatle ölçülmesinin ve “biz”in, ortak bir korku etrafında birleşebilmesinin bir sonucu. Yüz bir yılın sonunda Cumhuriyet, hâlâ kendi vaadini tamamlayamadı: Eşitlik, hukuki bir statüye dünyadaki pek çok ülkeden daha erken kavuştu ama duygusal olarak hiçbir zaman hissedilmedi.
Kimin cumhuriyeti?
Cumhuriyet’in gerçek özneleri, yani Cumhuriyet’i kuran Anadolu’nun köylü, işçi, emekçi, kadın ve halk kesimleri çoğu zaman göz ardı ediliyor. Günümüzde ise bu bayram, bazıları için bir ayrıcalık göstergesi olmanın ötesinde, aydınlanma geleneğinin, laiklik ve modernlik ideallerinin hatırlatılması anlamına geliyor. Yani bugün Cumhuriyet, kimileri için bir elitist aidiyetin simgesi, kimileri içinse toplumun ilerici damarının canlı tutulduğu bir hatırlama biçimi. Sorun, kimin kutladığından çok, nasıl ve kimleri unutarak kutlandığında gizli.
Ama bundan da öte, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında toplumun kendi içindeki hiyerarşilerle hesaplaşması gerekiyor. Şimdiye dek yurttaşlık, devletten alınan bir onay olarak; çoğu zaman “öteki”ye rövanş olarak yaşandı. Bu ilişki tersine dönmeli: Yurttaşlığımız, birbirimize karşı sorumluluğumuzdan doğmalı. Cumhuriyet’in bize sağladığı en kıymetli alan, bir yönetim biçimi değil; birbirimizi görebildiğimiz, dinleyebildiğimiz, hatırlayabildiğimiz bir ortak zemin olmalı. Gerçek Cumhuriyet, devletin halkına, halkın da devletine güvenebildiği karşılıklı bir ilişkiyle mümkündür.
Cumhuriyet’in 102. yılındayken tarihin neresindeyizdir?
Devlet halka bolca anlatıldı; şimdi görev, halkın devleti yeniden tanımlaması. Çünkü bu ülkenin tarihi, yalnızca kurucularının ve yöneticilerinin değil, her şeye rağmen ses çıkaran, mücadele eden, sokağa, sandığa, kürsüye çıkan insanların da tarihidir. Eğer bugün hâlâ bir Cumhuriyet’ten bahsedebiliyorsak, bu, onu kuran ve yaşatan halk sayesindedir. Şimdi, içinde kimlerin yer bulacağına hep devletin karar verdiği o “ulus”u, yani “biz”i yeniden kurma zamanı. Farklı olana rağmen değil; “nasıl aynı olabiliriz” diye değil, “nasıl birlikte var olabiliriz” diye sorarak.
Belki o zaman 29 Ekim, sadece geçmişe dönük bir anı değil, geleceğe dair bir irade ve umut olur. Çünkü Cumhuriyet, yaşanıp bitmiş bir olay değil; her neslin önce koruyup sonra genişleterek yeniden kurmakla yükümlü olduğu, hep birlikte yürüdüğümüz bir yoldur.