Menü Kapat

Barışın Diyalektiği: Sömürgecinin İstikrarı mı, Halkın Özgürlüğü mü?

10 Ekim 2025’te imzalanan Gazze ateşkesi, dışarıdan bakıldığında diplomatik bir başarı olarak sunulsa da gerçekte kırılgan bir illüzyondan ibaret. Sahadaki gerçeklik, bu sözde “barış” söyleminin içinin ne kadar boş olduğunu açık biçimde gösteriyor. 12 Ekim 2025’te, çatışma olmayan bir günde Filistinli gazeteci Saleh Aljafarawi’nin İ*railli çetelerce öldürülmesi, ateşkesin rastlantısal değil, sistematik bir biçimde ihlal edildiğini ortaya koydu.

Gazze Sağlık Bakanlığı’nın verileri de aynı tabloyu doğruluyor: Ateşkesin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 88 ölü, 315 yaralı kaydedildi; enkaz altından çıkarılan 436 cenaze raporlandı. Teslim alınan 195 cenazenin yalnızca 57’si yakınları tarafından teşhis edilebildi. Bu rakamlar, “barış” kelimesinin diplomatik metinlerde yer almasının sahada gerçek güvenlik veya özgürlük anlamına gelmediğini bir kez daha gösteriyor. 

“Barış” söylemi, bu son ateşkese kadar da özellikle diplomatik platformlarda “sorunun çözümü” olarak sunulan bir yanılsama işlevi gördü. Oysa Afrika’daki sömürgecilik süreçlerinden, ABD’de köleliğin kaldırılmasından, Soğuk Savaş’tan, Batı’nın Orta Doğu müdahalelerinden ve Yugoslavya örneğinden biliyoruz ki, “barış” modern siyasetin insani bir ideali değil; Batı’nın kurumsal meşruiyet üreten güvenlik dilidir.

Balfour Deklarasyonu’ndan 7 Ekim sonrasına kadar Filistin örneğinde açıkça görüldüğü gibi, “barış” söylemi çoğu zaman sömürge düzeninin devamını sağlamak ve güçlü olanın çıkarlarını korumak için devreye girer. Hobbes’un Leviathan’ında barış, otoritenin dayattığı bir sessizliktir; Kant’ın Ebedi Barış’ında ise özgürlük ancak devletlerarası hukukun güvencesi altına girdiğinde mümkündür. Her iki modelde de bireysel güvenlik, halkların siyasal özneleşmesinin önüne geçer. “Evrensel eşitlik” iddiasına rağmen, Batı dışı halklar bu düşünce içinde ya görünmez kılınır ya da özgürlükleri sonsuza dek ertelenir.

Avrupa Birliği’nin kuruluş hikâyesine kulak verirseniz, orada “barış” kelimesinin nasıl bir efsaneye dönüştürüldüğünü hemen fark edersiniz. Bu öyle bir barıştır ki, Avrupa’nın kendi çıkarlarını koruyan bir üst-düzenin adıdır artık. Modern uluslararası düzende bu “barış” kutsallık atfedilen bir devlet-inşa projesidir ve çoğu zaman başka halkların bedeli üzerine kuruludur. Avrupa, kendi savaşlarının yıkımını unutturmak için “barış” kavramını parlatırken; Orta Doğu’daki yıkımlara bahane üretmek için aynı kavramı yeniden dolaşıma sokar. Kendi içindeki enkazı örtmek için “ahlaki üstünlük” icat eder, sonra o üstünlüğü dünyanın geri kalanına ihraç eder.

Barışı eleştirilemez kılan bu söylem üzerinden düzen adına uygulanan şiddet, “barışın korunması/getirilmesi” etiketiyle meşrulaşır. İngiltere’nin projesi ve Batı’nın uzantısı olarak doğan İ*rail’in modern tarihin en yıkıcı eylemlerinden bazılarına imza atmasına rağmen hâlâ “barış” olasılığına sahip olduğu varsayımı da işte bu meşrulaştırma düzeninden besleniyor. Çünkü her modern siyasal değerde olduğu gibi burada da temel olan insan yaşamı değil, sistemin istikrarıdır. 

Uluslararası kurumlar, barışı çoğu zaman Tanrı’nın adaletinin seküler bir yansıması gibi sunuyor. Ancak bu “ahlaki” hedefin bedelini ödeyen hep insan oluyor; en çok da Filistin’de. Düzenin Filistin’de “barış” olduğuna inandığı an, Gazze’de yıkılan evler, hayatını kaybeden insanlar, suya ve elektriğe erişemeyen bir halk, bu sözde seküler ama özünde teolojik düzenin “barış adına verilen kayıpları”na dönüşüyor. Böyle bir barış anlayışı, adaleti tesis etmekten çok, kurbanın değerini yöneten bir kategoriye dönüşüyor. Barış, bu noktada, insanın acısını meşrulaştıran bir ritüel hâlini alıyor.

NATO ve ABD ekseninde ise “ateşkes” ya da “insani ara”, teknik ve stratejik bir muharebe aracı olarak savaşın ritmini ayarlayan bir güvenlik mekanizmasına dönüşür. Ancak bu mekanizma yalnızca askerî değil, aynı zamanda ekonomik bir düzeneğin de parçası. Kısa süre içinde ABD’nin dahil olacağı ve AB’nin “barışı destekleme” görüntüsüyle katkı sağlayacağı yeniden inşa ihaleleri, kalkınma fonları, insani yardım programları ve yatırım anlaşmaları, barış süreçlerini piyasa istikrarının uzantısı hâline getiriyor. 

ABD, Türkiye, Katar ve Mısır’ın garantörlüğü, ilk bakışta umut verici görünebilir. Ancak bu girişimin zemini, İsrail’in güvenlik odaklı stratejisi ile Filistin’in varoluşsal savunma refleksi arasındaki derin asimetri üzerine kurulu. Masaya atılan imzalar, iyi niyetten çok, güçlerin gölgelerini yansıtıyor. Esir takasları ve insani yardımlar, kalıcı bir çözümün değil, yalnızca kısa bir soluklanmanın işareti. “İnsani ara” söylemi ise, dünya kamuoyunu yatıştırma ve Gazze’nin direniş damarlarını zayıflatma stratejisinin bir parçası olarak işliyor. Üstelik uluslararası gözlemcilere göre, bugüne kadar İsrail’in ateşkes ihlalleri 4.500’ü aşmış durumda.

Sadece diplomatik metinler ve dış garantörlerin dayatmaları, halkın kaderini belirleme gücünün yerini asla alamaz. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’ndeki çarpıcı uyarısı bu durumu özetler:

“Aslında özgürlüğe giden yolu onlara her zaman sömürgeci göstermiştir. Sömürgeleştirilmiş ülke halkının seçtiği argümanı ona veren de sömürgecidir.” 

Bu söz, Gazze’de dışarıdan dayatılan barış ve ateşkeslerin, halkın çıkarlarından çok işgalcinin çıkarlarını öncelediğini açıkça gösterir.

Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının ardından yeniden dolaşıma sokulan “barış” söylemleri de, bu kelimenin mevcut gerçeklikte ne kadar boşaldığını bir kez daha ortaya koydu. Çünkü barış sağlansa bile tutsaklık sürebilir, dışa bağımlılık derinleşebilir, ekonomi ve toplumsal yaşam hâlâ baskı altında kalabilir. Böyle bir “barış” söylemi, halkın kendi kaderini tayin hakkını askıya almak anlamına gelir.

Fanon’un uyarısı modern siyaset felsefesinin kör noktasına işaret eder: Barış düzen kurar, ama özgürlük o düzeni yıkar. Kolonyal düzende barış, egemene nefes aldıran kısa anları tanımlarken; özgürlük, sömürgeleştirilmiş halk için tek nefes alma ihtimalidir. Bu nedenle, “barış”ın soyut ahlaki değeri, özgürlüğün maddi koşullarıyla desteklenmedikçe hiçbir anlam taşımaz. Zaten diplomatik barış söylemleri de bu özgürlüğü çoğu zaman denklem dışında bırakır.

Gerçek barış, ancak tam bağımsızlık ve özgürlük temelinde inşa edilebilir; aksi halde “barış” kavramı, politik bir yanılsamadan öteye geçemez. Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde vurguladığı gibi:

“Bağımsızlık sihirli bir ritüel değil, kadınlarla erkeklerin gerçekten özgür var olması için yani toplumun radikal dönüşümü için gereken tüm maddi kaynaklara sahip olması için olmazsa olmaz bir koşuldur.”

Fanon’a göre, sömürge veya işgal koşullarında özgürlük, halkın kendi gücünü eline almasıyla, yani direniş yoluyla mümkündür. Bu süreç, kaçınılmaz olarak şiddetin bir araç olarak kullanılmasını da içerir. Fanon  aynı eserde şöyle der:

“Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer.”

Bu perspektiften bakıldığında, “barış” ve diplomatik anlaşmalar, eğer halkın direniş kapasitesini zayıflatmayı, onu savunmasız kılmayı amaçlıyorsa, özgürlüğün önünde bir engelden başka bir şey değildir. Hamas’ı dışlayan ve Filistin’i silahsızlandırmayı hedefleyen barış planları da bu bağlamda, Fanon’un tarif ettiği biçimiyle, halkın temel direniş gücünü ortadan kaldırmayı ve özgürlük imkanını iptal etmeyi amaçlayan stratejiler olarak görülebilir.

Gazze’de normal hayata dönüş, ateşkesle değil, önce temizlenmesi gereken enkazlar, yeniden inşa edilmesi gereken evler, işyerleri, kamu kurumları ve altyapı ile, sonrasındaysa toprak başta olmak üzere yaşamın tüm maddi zeminlerinin asıl sahibinin eline geçmesiyle mümkündür. BM’ye göre hasar 70 milyar doları aşmış durumda; King’s College’dan Prof. Andreas Krieg, “Sıfırdan başlamak bile bu kadar zor değil; burada enkaz yığınlarıyla uğraşıyorsunuz” diyor. 

BBC Verify verileri, temizlenmesi gereken 60 milyon ton moloz olduğunu gösteriyor. UNICEF’e göre, 600 su arıtma tesisinin %70’i ya hasar görmüş ya da yok olmuş durumda. Ateşkes sonrası İsrail askerlerinin Gazze’de yakılan bir atık su arıtma tesisinin önünde poz vermesi, bu sürecin sembolik ve manipülatif olduğunu gözler önüne seriyor, “barış”ınsa yalnızca daha fazla yıkılacak bir şey kalmadığında enkazın üzerine atılan bir imza. 

Sonuç olarak, Gazze’de tek gerçek hedef tam bağımsızlık ve özgürlüktür. Fanon’un vurguladığı gibi, gerçek özgürlük ve kendi kaderini tayin etme, halkın direnişi ve yapısal bağımsızlığın sağlanmasıyla mümkündür; aksi hâlde diplomatik manevralar, imzalar ve geçici yardımlar, halkın kaderini belirleyen temel gerçekleri değiştiremez. Bu nedenle Gazze başta olmak üzere herhangi bir bölgedeki barış talebi, bölge halkından ve özgürlük gerekliliğinden ayrılamaz. Özgürlük ertelendiği veya arka plana itildiği anda barış, sömürgecinin aracı hâline gelir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir