Dünyada ve Türkiye’de müzik, artık yalnızca “dinlenen” bir şeyden çok daha fazlası. Sahne şovları, görsel kimlikler ve sosyal medya stratejileri çoğu zaman müzikalitenin önüne geçiyor; sektör izlenen, takip edilen, tüketilen bir deneyime dönüşmüş durumda. İşte böyle bir çağda kurulan Manifest, yalnızca bir müzik grubu değil; içerik üretim alışkanlıklarının, genç kuşak kültürünün ve popüler eğlence ekonomisinin en güncel örneklerinden biri. Dahası, grup üzerinden dönen tartışmalar toplumsal cinsiyet, popüler kültür ve kuşak çatışmaları üzerine yeni tartışma alanları doğurdu.
Grubun müzik kalitesi ve sahne performansı sürekli tartışmaya açılan ilk konulardan. Çağımızda müzik tüketimi; farklı türlerin birleşmesi, remix’lerin yeniden popülerleşmesi, eski viral parçaların kısa video platformlarında yeniden yorumlanmasıyla akışkan bir hâlde. TikTok koreografilerinden konser performanslarına, Manifest, izleyiciyi aktif katılımcıya dönüştüren bir dinamizm sunuyor. Bu bir “müziği iyi mi kötü mü” tartışmasından çok; çağın medya ekolojisini kavrayabilme meselesi.
Pembe, parlak, kızsal: Ataerkil refleksler
Manifest’e yönelen eleştirilerin ciddi bir kısmı doğrudan ataerkil bir zeminden geliyor. Özellikle birtakım boomer’ların ve red pill’ci erkeklerin “kadın düşmanı” refleksleri, grubun temsil ettiği şeylere karşı sert bir direnç oluşturuyor. Burada devreye “kızsal” olanın kültürel itibarsızlaştırılması giriyor. Pembe, parlak, süslü ve “girly” estetikler yıllardır “boş” ve “kalitesiz” olarak yaftalandı. Manifest, tam da bu “kız neşesi”ni sahneye taşıyarak bu küçümsemeye meydan okuyor. Bu nedenle ekstra dikkat çekiyor, nefret ediliyor.
Bu tartışmalar sırasında Manifest’i hedef alan cinsiyetçi dil ise müzik dünyasında da var olan çifte standardı açıkça gösteriyor. Erkek egemen rap mecrasında uyuşturucu ve şiddet temaları, cinsiyetçi küfürler, kadınlarla ilişkilerini “skor” gibi anlatan eril dil ve çok daha fazlası yıllardır bu denli sorunsallaştırılmıyor. Hatta bu unsurları içeren parçalar trendlerden düşmezken; hiçbir şiddet içermeyen, tam tersine özgüven aşılayan bir kız grubunun “müzikalite” bahanesiyle yerden yere vurulduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Hâl böyleyken Manifest’e gelen eleştirilerin müzikaliteye verilen önemden değil, cinsiyetçi yaklaşımlardan kaynaklı olduğu çok açık.
Kültürel yozlaşma kılıfı
Bu tartışmalardaki sorunlar yalnızca cinsiyetçilikle sınırlı değil; daha yüzeysel eleştiriler de var. Örneğin kültürel yozlaşma eleştirisi aslında mevcut ekonomik ve sosyal gerçeklerin üstünü örtüyor. Bugün Türkiye’de “kutsal” meslekler -avukatlık, öğretmenlik, akademisyenlik- artık ne ekonomik olarak sürdürülebilir ne de eskiye nazaran sosyal olarak prestijli. Bu mesleklerin getirisi gittikçe erirken gençler de influencerlık, müzik, dans ve içerik üretimi gibi sektörlere, yalnızca “bir hevesle” değil, geçim umuduyla yöneliyorlar. Bu sektörlerin de çeşitli şekillerde sömürüye açık olduğu doğru, ama bu sömürüyü kültürel yozlaşmaya bağlamak, temeldeki problemi, yani yapısal bir geleceksizliği halının altına süpürmek oluyor.
Manifest, tüm bu eleştirilere karşın sahnede kolektif bir enerji sergiliyor. Dansları, sahne şovları ve sürekli ürettikleri içeriklerle genç kızların “idol arayışı”nı Türkiye’de bu nesilde hemen hiç görmediğimiz şekilde dolduruyor. Bu süreç, kız kardeşlik ve dayanışma duygularını pekiştiren bir deneyim sunuyor. Genç kadınların, sahnede, sosyal medyada ve hayranlarının kalbinde güçlü bir şekilde var olmaları izleyiciler için bir birlik ve aidiyet hissi de yaratıyor. Ancak elbette, bu işi de içindeki ticari stratejiler, PR hesapları ve sponsor ilişkilerinden bağımsız değerlendirmek mümkün değil; şimdi bu ticari boyuta da göz atalım.
İçerik makinesi olarak Manifest
Hypers’ın “Big 5” projesi aslında sadece bir müzik grubu değil. Manifest’in sosyal medya hesaplarına, karşımıza yalnızca şarkı söyleyen ve dans eden genç kadınlar çıkmıyor. Hayatları, uzun bölümlerden kısa YouTube videolarına, TikTok trendlerinden Instagram reels’lerine kadar parçalanarak yayılıyor. Burada müzik, sadece bir başlangıç ve asıl ürün, kesintisiz şekilde akan çoklu içerikler. Ve bu yoğunluk içinde kızların kontratlarının çerçevesinin ne olduğu, bu sürekli içerik üretiminin onların nezdinde nasıl hak ihlallerine ve maddi/ manevi sömürülerin önünü açabileceği ise tartışmaya değer bir konu. Şüphesiz reklam ve fotoğraf sektöründe son dönemde duyduğumuz taciz ve sömürü olayları ayyuka çıkmış durumda.
Araçsallaştırılma tehlikesinde feminizm
Manifest’in dikkat çeken bir diğer yönü de feminist bir iddia ve misyon taşıması. Big 5’ın her bölümü, “Türkiye’nin her noktasında, eril dil ve hâkimiyet altında kendini korumaya, aramaya, bulmaya çalışan milyonlarca genç kadının yaratıcılığına, yeteneklerine ve hayallerine adanmıştır.” cümlesiyle başlıyor. Ancak tam da burada kritik bir meseleye işaret etmek gerekiyor: Kapitalist pazarda, feminist söylemler hızla araçsallaşabilir. Feminist iddiaların pazarlama aracına indirgenmesiyse, söylemin içini boşaltarak hedeflerle pratikler arasındaki uçurumu gittikçe büyütür.
Nitekim feminizm, dil ve temsiller üzerinden de mücadele verse de, bir söylem alanından önce, eylem, politika ve ekonomi gibi yapılarda köklü dönüşüm talep eden bir harekettir. Eğer bir proje feminizm rüzgârını arkasına alıyorsa, emek süreçlerinde sömürü pratiklerini azaltmaya yönelik somut ilke ve mekanizmalara da sahip olmalıdır.
Faillere İş Yok: Manifest’ten isabetli bir adım
Manifest’in bu noktada önemli bir dayanışma örneği sergilediği bir olayı da es geçmemek lazım. Son günlerde özellikle fotoğrafçılık sektöründe erkek faillerin, kadın modeller üzerindeki baskı, taciz, tecavüz olaylarının ifşa edildiğini görüyoruz. İfşa edilen faillerden biri ise Mesut Adlin isimli bir fotoğrafçıydı ve Manifest’in de fotoğraflarını çeken bir isimdi. Bu ifşa sonucunda Manifest grubu, kendi X (twitter) hesabından bu faille gelecek çekimlerinin ve projelerinin iptal olduğunu duyurdu ve sürecin takipçisi olacağını belirtti. Bu kesinlikle yapılması gereken bir fesih işlemiydi ve Manifest’in bu duruşu sergilemesi, grubun “feminist” imajını pekiştirdi.
Manifest’in Coca-Cola İşbirliği
Kusursuz politik tutarlılık beklemek belki fazla olabilir. Fakat Manifest’in feminist bir proje olarak sunulması, markalarla kurduğu ilişkileri daha sorgulanabilir kılıyor. Örneğin, Coca-Cola gibi İsr+il’e doğrudan finansal destek sağlayan bir markanın reklam yüzü olmaları, projedeki feminist söylemin altını oyuyor. Böylece o her bölüm başında tekrarlanan söylemin algısı ve grubun feminist imajı ciddi şekilde zayıflıyor.
Filistin meselesinde patriarkal ve kolonyal baskıların sürdüğü bir coğrafya için duyarlılık göstermek, etik bir zorunluluğun ötesinde, feminist iddiaların getirdiği politik sorumluluğun bir gereği. Nitekim bu kadar metalaşmış bir pazar içerisinde gelir modelleri ve marka ilişkileri, iddia ile pratik arasındaki mesafenin de belirleyicisi.
Manifest’in feminist söylemi yalnızca “dayanışma” için değil, politik tutarlılık için de bir sınav niteliği taşıyor. Fan kitlesi de bu sınavın parçası; Filistin meselesi karşısında feminist söylemleriyle tutarlılık içinde bir duruş göstermek hem grubun hem de kitlenin sorumluluğu. Bu noktada grubun sermayeyle ilişkisi ve gelir modeli de dikkate alınmalı; çünkü asıl denetimi kamuoyu baskısı ve fan topluluklarının etik beklentileri kuruyor. Belki yalnızca eğlenceye odaklanmak isterdik ama duyarlı olmak, eğlenceyi, politikadan ve sermayeden ayırmayı imkânsız kılıyor.