Pantone’un “Cloud Dancer” adlı beyaz tonunu yılın rengi olarak seçmesi, yalnızca estetik bir yönelim değil; modernliğin, saflığın ve dinginliğin ardına gizlenen uzun bir kültürel ve siyasal hikâyeyi yeniden sahneye koyuyor. Renk, Batı’nın gözünde hep taşkın bir fazlalık olarak duruyor; beyaz ise düzenin, aklın ve güvende hissetmenin mekânı olarak kodlanıyor. Bu nedenle Pantone’un açıklaması (gürültüden kaçış, sadeleşme, dinginlik, içsel arınma) masum bir tasarım dili gibi görünse de, arka planda renk karşıtı modernlik ideolojisinin karanlık bir yankısını taşıyor.
Pantone, 1960’lardan bu yana grafik tasarımdan tekstile, modadan ambalaja uzanan geniş bir alanda kullanılan küresel renk standartları sayesinde tasarım dünyasının merkezinde duruyor. “Pantone Matching System” ile rengi evrensel bir dile dönüştürüyor, tasarım pratiklerinin otoritesi hâline geliyor. 2000 yılından itibaren her yılın kültürel ruhunu takip ederek “Yılın Rengi”ni belirliyor; böylece renk, yalnızca bir estetik seçimi değil, küresel bir ruh hâlinin işaretçisi olarak dolaşıma giriyor.
Son yıllarda bu seçimler gayet iddialı bir çizgi izliyor: 2023’te Viva Magenta güç ve enerji taşıyor; 2024’te Peach Fuzz şefkati ve yumuşaklığı çağırıyor; 2025’te Mocha Mousse sıcaklık ve maddeselliği öne çıkarıyor. Ama 2026 için ilk kez tamamen beyaz bir tonun, Cloud Dancer’ın, yılın rengi olarak ilan ediliyor olması, yalnızca estetik bir tercih değil; renk politikasına dair ciddi sorular doğuruyor. Pantone bu kelebek beyazını “dinginlik, sadeleşme ve toplumsal gürültüden kaçış” üzerinden gerekçelendiriyor ve bu gerekçe, beyazın nötr değil, ideolojik bir alanı temsil ediyor olduğunu yeniden görünür kılıyor.
Pantone’un “Yılın Rengi” olarak tarihinde ilk kez bir beyaz tonu seçmesi, basit bir trend tahmininden çok daha fazlasını ima ediyor. Bu tercih, renklerin taşıdığı kültürel anlamları ve kolonyal estetik mirasını yeniden görünür kılıyor. Beyazın “nötr” olarak sunulduğu her durumda, aslında hangi seslerin arka plana itildiğini ve hangi değerlerin merkezde tutulduğunu sorgulamak gerekiyor.
Üstelik Avrupamerkezci anlatıların ve “Amerikan rüyası”nın giderek daha fazla sorgulandığı, aşırı sağın ve otoriter eğilimlerin küresel ölçekte güç kazandığı bu güncel politik atmosferde renk, özellikle Küresel Güney kültürlerinde hafızayı, ritüelleri ve direnişi taşıyan bir sembolik alan olmaya devam ederken, beyazı “evrensel sakinlik”, “temizlik” ya da “başlangıç” adı altında nötrleştirmek, kolonyal estetiğin yeniden üretiminden başka bir şey olarak okunmuyor.
Postkolonyal pratiklerin yalnızca toprak, emek ya da kültürel temsil üzerinden değil, renkler üzerinden de işlediğini görüyoruz. Renkler, her kültürde yüzyıllardır farklı sembolik değerler taşıyor; ritüelleri, yasları, neşeyi, aidiyeti, direnişi görünür kılıyor. Küresel Güney’de renk, gündelik hayatın her anını dolduruyor; kumaşta, festivallerde, duvarlarda, törenlerde kolektif hafızanın taşıyıcısı olarak varlığını sürdürüyor. Bu yüzden renk, yalnızca estetik bir karar olmaktan çıkıyor; bir yaşam pratiğine dönüşüyor.
Bu durumun modernliğin tarihsel arka planında daha sert bir kökeni bulunuyor. Adolf Loos, “Ornament and Crime” adlı ünlü metninde renkleri, desenleri ve süslemeyi seven insanları “ilkel” ilan ediyor; renkli kültürleri suçla, barbarlıkla, yabancılıkla ilişkilendiriyor. Ona göre uygarlığın ilerlemesi ancak rengin ve ornamentin silinmesiyle mümkün oluyor. Bugün minimalizmin “temiz”, “saf”, “modern” diye sunulması, aslında bu dışlayıcı ideolojinin yeniden paketlenmiş hâli olarak karşımıza çıkıyor.
Tam da bu nedenle sömürgeci modernliğin renk karşıtı tavrı, postkolonyal teorinin “epistemik şiddet” olarak tarif ettiği şeyle buluşuyor. Gayatri Spivak’ın belirttiği gibi, kolonyal güç yalnızca toprakları değil, anlam rejimlerini işgal ediyor; hangi sembollerin “yüksek”, hangilerinin “aşırı” ya da “ilkel” olacağına karar veren bir bilgi düzeni kuruyor. Sömürgeci bakış renkleri kontrol edemiyor, onların taşıdığı tarihsel yoğunluğu çözemiyor; bu yüzden onları “fazlalık” diye dışlıyor ve yerine kendi estetik normlarını, yani çoğu zaman “saf”, “temiz”, “nötr” diye kodlanan beyazı yerleştiriyor.
Homi Bhabha’nın analiz ettiği kolonyal söylem mekanizması burada devreye giriyor: Sömürgecilik farkı bastırarak düzen kuruyor. Çok katmanlı kültürel işaretleri tek bir estetik kategoriye indiriyor; farklılığı “gürültü”, beyazı ise “anlaşılır olan” olarak konumlandırıyor. Kolonyal merkezin renklerin sembolik değerlerini okuyamıyor oluşu, aslında bir bilgisizlik değil; bir güç gösterisi olarak işliyor. Renkleri anlamadığı için yok saymıyor; yok saydığı için anlamıyor.
Tekdüzeleştirme tam olarak bu noktada belirginleşiyor. Kolonyal modernliğin “temiz yüzey” miti, Fanon’un tarif ettiği “beyaz maskeler” ideolojisiyle örtüşüyor: Beyazlık hem literal hem de mecazi düzlemde bir norm oluşturuyor. Renk ise irrasyonel, disiplinsiz bir fazlalığa dönüşüyor. Bu mantık yalnızca estetikte değil; mimariden giyime, kent planlamasından törenlere kadar geniş bir alanda hüküm sürüyor.
Oysa üçüncü dünya toplumlarında renk, bir görünürlük politikası taşıyor. Hint yarımadasının safran tonları, Latin Amerika’nın parlak nakışları, Batı Afrika’nın ankara desenleri, Karayip karnavallarının olağanüstü kostümleri… Hepsi kolonyal baskıya karşı bir karşı-hafıza yaratıyor. Renkli olmak görünür olmak anlamına geliyor; görünürlük ise sömürgeci rejimin tam da hoşlanmadığı şey oluyor.
Dolayısıyla renkler üzerinden inşa edilen bu estetik siyaset, kültürel çeşitliliği “fazlalık” olarak kodlayan ve Batı’nın kendi anlam rejimlerini tek geçerli norm olarak dayatan kolonyal mantığın bir uzantısı hâline geliyor. Pantone’un beyazı bir “başlangıç noktası” olarak sunması, postkolonyal teorinin eleştirdiği bu tekdüzeleştirme jestinin estetik bir versiyonunu çağırıyor: Farkı sil, boş sayfa yarat, sonra kendi anlamını yaz.
Renklerin, özellikle de beyazın “evrensel”, “sakinleştirici”, “zamansız” olarak sunulması masum görünmüyor; ardında kültürel, kolonyal, sosyolojik ve felsefi bir miras taşıyor. Pantone’un bu yıl için beyazı seçmesi, renk siyasetinin nasıl işlediğini yeniden düşünmeye çağırıyor: Hangi “sadelik” değer görüyor? Hangi “gürültü” bastırılıyor? Kimin renkleri çok “fazla” bulunuyor? Kimin beyazı “evrensel” sayılıyor? Renkleri silmek, hangi kültürleri sessizleştiriyor?
Kolonyal estetikte beyaz, varsayılandır. Normdur. Standarttır. Renk siyaseti gerçekten vardır ve buradan bakınca beyaz, aslında hiç de nötr durmuyor.
Kapak Görseli: Pantone, Cloud Dancer 11-4201