Menü Kapat

Sömürgeciliğin Küllerinden Doğan Soykırım: Sudan

Afrika, sık sık kuraklık, ekolojik zorluklar ve salgınlarla anılsa da, kıta aynı zamanda zengin kültürel çeşitliliği, doğal kaynak potansiyeli ve ekonomik dinamizmi ile öne çıkıyor. Ne var ki tarih boyunca bu kaynakların sistematik olarak sömürülmesi ve dış müdahalelere maruz kalması, Afrika’nın sahip olduğu tüm potansiyele rağmen birçok ülkesini hâlâ küresel ekonomik sıralamada alt basamaklarda bırakıyor. 

Sudan örneğinde olduğu gibi, geçen yüzyılın sonlarında sömürgeci güçler piyasa ekonomisini uygulamaya koyarken, hem siyasi hem ekonomik kontrolü sürdürmek için yerli halkın bu ekonomiyi geliştirmesini kısıtladılar. Tüm bunlar, Afrika’nın sadece krizler coğrafyası olarak görülmesinin ötesinde, yapısal eşitsizlikler ve küresel güç ilişkileri tarafından şekillendirilen bir kalkınma paradoksunu gözler önüne seriyor.

Afrika’nın en büyük üçüncü altın rezervine sahip olması nedeniyle hem Batı hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin işgal ve darbelerine sistematik olarak maruz kalan Sudan halkı bugünlerde soykırım, cinayet, tecavüz, açlık ve şiddetle mücadele ederek uluslararası kamuoyunun dikkat ve ilgisini bekliyor. Gözlerden uzak kalan ve dünya gündemine yerleşemeyen bu kriz, milyonlarca insanın hayatını derinden sarsıyor.

Bu kriz, aynı zamanda uluslararası hukuk, insan hakları normları ve küresel adalet mekanizmalarının etkinliğini de test ediyor. Sudan’daki durum, sadece bir iç savaş veya siyasi çatışma değil, aynı zamanda insanlığın vicdanını sorgulayan ve tarihin hiçbir yerinde başarılı ile geçilemeyen hukuki bir sınavdır. Bu nedenle, medyada yeterince yer almayan ama etkileri çok derin olan bu trajedi, dünya gündeminde öncelikli bir konu hâline gelmeli.

Sürekli bir gerilim sahası olarak Sudan

Sudan, tarih boyunca siyasi istikrarsızlık ve etnik çatışmaların merkezi olmuş bir ülke olarak, bağımsızlığını kazandığı günden bu yana ciddi insani krizlerle mücadele ediyor. 2023 Nisan’ında Hızlı Destek Güçleri (RSF) ve müttefik Arap milislerin Batı Darfur’da Masalit kabilesine yönelik saldırıları açık bir soykırım niteliği taşıyor. Bugün ise Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) ile RSF arasındaki çatışmalar, etnik temelli şiddeti daha da derinleştirerek bölgedeki istikrarsızlığı artırıyor; her iki taraf da sayısız savaş suçu işliyor.

Nisan 2023’ten bu yana 14 milyondan fazla kişi yerinden edildi ve 150 bini aşkın insan hayatını kaybetti. El Fasir yaklaşık 18 aydır RSF kuşatması altında. İnsani yardımlar engelleniyor, açlık öyle boyutlara ulaştı ki insanlar hayvan yemi, ardından kuru hayvan derisi tüketmek zorunda kalıyor.

Sudan artık tek bir merkezî otoriteye sahip değil; kuzey ve doğuda SAF hâkimiyetini korurken, RSF Batı Darfur ve ülkenin güneyinin bazı kesimlerini kontrol ediyor. Başkent Hartum ve çevresi teorik olarak SAF denetiminde olsa da sahadaki çatışmalar bu alanı sürekli bir gerilim sahasına dönüştürmüş durumda.

Krizin boyutu salt askerî değil; Sudan’daki savaş, ülkenin kimliğinin, devletin meşruiyetinin ve Afrika Boynuzu’ndaki jeopolitik dengelerin yeniden şekillendiği bir süreç olarak okunmalı. Bugün sahada, SAF etrafında kümelenmiş 18, RSF çevresinde ise 19 ayrı silahlı grup bulunuyor. Bu durum, toplumsal yapı, etnik ve bölgesel aidiyetler ile yerel güç dengelerinin çatışmanın merkezine taşındığını gösteriyor.

Habibi, #boycottdubai

Sudan’a göre bu etnik şiddetin sürdürülmesinde BAE’nin, RSF ve ilgili milis gruplarına verdiği askeri, lojistik ve finansal destek belirleyici oldu. BAE ise Sudan’ın suçlamalarını yurtdışı kamuoyunu etkileme çabası olarak değerlendiriyor. Ancak sosyal medya kullanıcıları #boycottUAE ve #boycottdubai etiketleriyle Dubai’ye seyahat etmeme ve BAE’ye ait ürün ve hizmetleri boykot etme eylemlerini sürdürüyor.

Zalimler ve Zulüm Aynı: Filistin ve Sudan

Filistin ve Sudan’da yaşanan krizler farklı coğrafyalarda ortaya çıkmış olsa da, dış müdahalelerin belirlediği benzer güç dinamikleri dikkat çekiyor. Filistin’de İsrail’in işgal ve yerleşim politikaları nasıl bölgesel stratejilerin merkezindeyse, Sudan’daki iç savaş ve Batı Darfur’daki etnik şiddet de BAE, ABD ve İsrail gibi aktörlerin bölgedeki nüfuz mücadeleleriyle yakından bağlantılı. 2011’de Güney Sudan’ın ayrılması ise dış güçlerin Sudan’ın iç siyasi ve etnik yapısını nasıl yönlendirebildiğinin çarpıcı bir örneği olarak hafızalarda.

Bugün Filistin ile Sudan arasında kesişen temel nokta, yerel krizlerin uluslararası aktörler tarafından kendi stratejik hedefleri doğrultusunda araçsallaştırılması. İsrail’in bölgedeki politikaları yalnızca Filistin’deki işgalle sınırlı kalmayıp Sudan’daki çatışmalar üzerinde de dolaylı etkiler yaratıyor. Bu da her iki coğrafyada yaşanan trajedilerin, sadece yerel dinamiklerden değil, küresel güç mücadelelerinden beslendiğini gösteriyor.

Batı’nın “kapsayıcı” gündemleri için fazla girift

Bugün sol medya gruplarının çoğu Sudan’daki insani krize sessiz kalıyor. Bu sessizlik, basit bir unutkanlıktan çok, seçici bir duyarlılığın göstergesi. Bazı acılar, politik çıkarlarla uyumlu olmadığında görünmez hâle geliyor. Sudan’daki dram dünya gündeminin dışında bırakılırken, başka coğrafyalardaki benzer trajediler ideolojik rüzgârların yön verdiği başlıklara dönüşebiliyor. Suriye’nin özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda sol kesimlerin halkların kaderini “İslami bir rejim mi, yoksa Avrupai bir demokrasi mi?” tartışmasına sıkıştırması bunun en bilinen örneğiydi. Onlar için mesele çoğu zaman Suriye halkının özgürlük arayışından çok, o özgürlüğün hangi ideolojik zeminle şekilleneceğiyle ilgiliydi.

Peki ya Sudan’daki dram? Bu ülke zaten Batı’nın “kapsayıcı” gündemleri için fazla girift. Çünkü Sudan, hem “radikal” değil, hem de Batı’ya yakın değil. Burada taraflar, İsrail-Filistin ya da Suriye-ABD gibi belirgin, tek taraflı çatışmaların aksine, çok daha karmaşık ve katmanlı. Sudan’daki çatışma, hem içerde farklı grupların birbirine tahakküm kurma mücadelesi hem de BAE, ABD ve İsrail gibi dış aktörlerin etkisiyle şekilleniyor. Bu aktörler ekonomik ve politik çıkarlarını koruma adına farklı gruplarla kurdukları ilişkilerle krizi çözmek yerine daha karmaşık hâle getiriyor.

“İç savaş” kisvesi altında etnik temizlik

Medyanın Sudan’daki süreci “iç savaş” olarak tanımlaması da trajediyi soyutlaştıran bir dil yaratıyor. “İç savaş” ifadesi, iki eşit güç odağının çatıştığı bir tabloyu ima eder; oysa burada yaşananlar bu çerçeveye sığmıyor. Sudan’da ortaya çıkan manzara, etnik temizlik boyutuna ulaşan, soykırım niteliği taşıyan ve savaşla kıyaslanamayacak kadar sistematik bir kitlesel yok ediliş. Bu kavramın manipülatif biçimde kullanılması, hem olayları basitleştiriyor hem de halkın acısını politik çıkarlarla ilişkilendirilmeden anlamayı zorlaştırıyor.

Bu dar anlatım, Sudan’daki şiddetin toplumsal ve siyasal niteliğini görünmez kılıyor. “İç savaş” söylemi, müzakere edilebilir bir güç dengesi varsayımı üretirken; sahadaki gerçeklik, belirli etnik toplulukların sistematik biçimde hedef alındığı, devlet-dışı aktörlerin yeni iktidar alanları kurduğu bir şiddet rejimine işaret ediyor. Bu çerçeve, hem failleri anonimleştiriyor hem de uluslararası kamuoyunun meseleyi “yerel bir çatışma” kategorisine indirgemesine zemin hazırlıyor. Böylece Sudan’daki yıkım, küresel sistemde hangi hayatların korunmaya değer görüldüğünü belirleyen hiyerarşik değer rejimlerinin en görünür ama en çok görmezden gelinen örneğine dönüşüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir