Muhafazakâr mahalledeki tacizin dile getirilmesi aslında önemli bir taşın oynatıldığı anlamına geliyor. Çünkü bu mesele yeni değil. Bundan dört sene önce edebiyat alanında başlayan MeToo hareketinde de muhafazakâr isimler hakkında ifşalar yapılmıştı. O dönemde de bazı faillerin isimleri kamuoyuna yansıdı. Peki sonuç ne oldu? Bu ifşaların hiçbirinde ciddi bir yaptırım uygulanmadı. Failler ya sessizlikle korundu ya da en ağırından kendi intihar haberleriyle gündeme geldiler.
Derdimiz mahalle kavgası çıkarmak değil. Muhafazakâr camiayı özellikle anmamızın sebebi, sanat camiasında haftalardır süren ifşaların bu camiada hiç yankı bulmamasıdır. Bu sessizlik, söz konusu camiada böyle olayların yaşanmadığı anlamına gelmez; aksine, bu yazıyı taciz, tecavüz ve kadına yönelik şiddetin her mahallede, her çevrede var olduğunu göstermek için kaleme almıştık.
“Üsküdar Abileri” yazımıza gelen tepkiler iki ana eksende toplandı: biri üslup ve lokasyon tartışmaları, diğeri ise “Failin adını vermemişsiniz, demek ki yok” türünden meseleyi görmezden gelen söylemler.
1. Üslup ve lokasyon tartışmaları
Metnin ne anlattığını kavramaya çalışmaktan çok lokasyon adına ve üsluba takılanlar… Öncelikle bu bir kavramsallaştırma. “Üsküdar abisi” dediğimiz şey Fatih’te de, Ümraniye’de de, Başakşehir’de de olabilir. Bu mesele lokasyon değil, zihniyet ve davranış meselesi. Konumsal olarak Üsküdar özelinde romantik bir bağ kurmuş olanlar yahut kendini veya çevresini bu konumla özdeşleştirenlerin, bu yazıda söylenenleri inkâra yöneldiğini görüyoruz. Aynı inkâr refleksini kadınlar da gösterebiliyor. Bu refleksi neden hissettiğinizi, neyi kaybetmekten korktuğunuzu sorgulayabilirsiniz; sırtınızı yasladığınız kayalar acaba pamuktan mı?
Ve tabii ki üslup eleştirileri. Yazıdan ısrarla “kibar” bir üslup beklenildi. Sanki öfkeli bir dil kullandığımızda haksız sayılacakmışız gibi bir algı oluşturuldu. Bu süreç boyunca kadınlara itidal, sakin bir üslup ve kanun ile iş yapması önerildi. Elbette eril öğretici bir öneriydi bu. Oysa bu metin birikmiş feminist öfkeyle kaleme alındı; sağduyulu olma vaadiyle yola çıkılmadı. Nazik bir üslupla ifade etseydik de buradan bir çözüm çıkacağını veya ciddiye alınacağını düşünmüyorduk. Bu metin feminizm tarihini anlatan bir Instagram postu veya Müslüman kadınların yaşadığı zorbalıkları konu alan bir sosyoloji tezi değil; sosyal medyada başlatılan ifşa hareketinin yalnızca belli bir sosyal çevrede olmadığını, nikahsız cinselliğin haram kabul edildiği Müslüman mahallelerde de evlilik içi veya evlilik dışı cinsel tacizin yaşandığını ve bu nedenle meselenin herkesi ilgilendirdiğini ifade eden bir çağrı metni! Bu yüzden yazının üslubu elbette birikmiş bir öfke taşıyacaktı.
2. “Fail ismi vermemişsiniz, demek ki yok.”
Fail ismi vermememizin nedeni, çok açık: Çünkü içinde bulunduğumuz çevrede buna uygun bir zemin yok. Sanat camiasında kurumlar ifşalar sonrası harekete geçebiliyorken, burada böyle bir mekanizma yok. Kadınlar sadece failden değil; ailesinden, eşinden, nişanlısından gelecek tepkilerden de korkuyor. Tacizin travması ve suçluluğuna, mahallenin dedikodu baskısı ve dayanışma eksikliği de ekleniyor. İşte bu yüzden, bu ortamda isim vermek mağdurlar için ikinci bir cezaya dönüşüyor.
Sanat camiasında ifşalar karşısında mağdurun baskılanması, iftiracı ilan edilmesi gibi ortak sorunlar elbette mevcut. Ama aynı zamanda ifşalar sonucunda bazı somut yaptırımlar da görüldü: Program iptalleri, işbirliklerinin sona erdirilmesi, festivallerden çekilmeler ve sergilerden çıkarılmalar gibi. Yani en azından bir tür hesap verme mekanizması işledi.
Muhafazakâr camiada ise biz sadece “bu mesele burada da var” dediğimiz anda bile, isim bile vermeden, ağır bir baskı ve zorbalıkla karşılaştık. Daha en baştan üzerimize “iftiracı” yaftası yapıştırıldı. Bu, durumun ciddiyetini açıkça ortaya koyuyor. Tacizin her yerde yaşandığını ama özellikle muhafazakâr camiada bunun konuşulmasının dahi engellendiğini gösterirken aynı zamanda doğru bir yere dokunduğumuzu ispatlıyor.
Özetle, “Bu muhafazakâr camiada da var” demek, tüm mahalleyi itham etmek değil; aksine bu topluluğun kendi içinden çıkan bir meselede sorumluluk almasını istemektir. Nitekim tacizin mahallesi olmasa da her mahallenin kendine has fail aklayıcı mekanizmaları var. Bizim amacımız kimseyi “durduk yere” itham etmek değil; bu sorunun mahalle, ideoloji, kimlik tanımadığını, herkesin ortak bir sorumlulukla yüzleşmesi gerektiğini hatırlatmaktır.
Kazanımlar ve Naiflikler
Böyle bir ortamda bu yazı masalarda konuşuluyorsa, gündemi sofranıza soktuysak, biz görevimizi layığıyla yaptık demektir. Şunu da teslim etmek gerekir ki, bu süreçte önemli kazanımlar elde edildi. Olayın içerisine alkol, gece hayatı ya da başka etkenler girdiğinde bile tacizin taciz olduğunu dillendiren muhafazakâr erkeklerin sayısının artması başlı başına önemli bir adımdır. Bazı “abilerden” de, kiminle oturup kalktıklarına dikkat etmeleri gerektiğine dair niyetler duyuyoruz. Bu da küçümsenmeyecek bir kazanımdır.
Kriz zamanlarının kazandırdığı bir başka önemli şey de şu oldu: Kendini muhafazakâr mahallenin kanaat önderi olarak gören insanların, Müslümanca bir bakıştan ne derece uzak, sorumluluk almaktan ne kadar uzak olduklarını gördük. Olan bitenle ilgili sadece dalga geçip, ifşayı basite indirgeyenler; toplumun gerçek sorunlarından ne derece uzak olduklarını bir kez daha kanıtladılar.
Olan biteni bir ironi konusu zaviyesine indirgeyerek, umursamazlıkla masalardan yine halıların altına doğru itebileceklerinden eminler ama bu kez olmadı. Olmadı çünkü yanlarındaki kadınların içlerinde de artık “acaba”lar var. “Keşke”ler düştü. Minarenin eğri olduğu ihtimalinin bir kez belirmesi gibi. Evet artık halıların altında değil, konu artık masalarda ve insanlar maruz kaldıkları, maruz bırakıldıkları şeylerin adını koyabiliyor. Abilik, ustalık, önderlik, hamilik sınırları ile taciz sınırları arasındaki çizgileri düşünmeye başlıyor. Hiçbir suyla seyrelmeyecek o acı tadın hissetmesi gereken ağızları kekremsileştirmesi, önemli bir kazanımdır.
Ama tüm bunların karşısında hâlâ bunu yok sayanlar, hiç olmamış gibi davrananlar var. Koca bir güruhta hiç fail olmadığını düşünecek kadar naif olanlar… Bu ciddi bir zihniyet problemine ve kabileci fikirlere işaret ediyor: “Bizim mahallemize dil uzatılmasın, bizim kabilemizde olmaz, başkaları kendi derdiyle uğraşsın.” Hâlâ böyle düşünenler var ve üstelik bu bakışı “Müslümanca” bir bakış olarak savunanlar çıkıyor. Dahası, bu refleks yalnızca erkeklerden değil, kadınlardan da geliyor.
Burada bir kez daha hatırlıyoruz ki: Feminizmin mücadelesi doğrudan sadece erkeklerle değil. Feminizm, eril tahakkümün tüm yapıtaşlarıyla uğraşır. Bu bir zihniyet savaşıdır. Bu yüzden bizi eleştiren, hatta bize türlü ithamlarda bulunan kadınlar bile olsa, gerektiğinde onların yanında olmaya hazır olmalıyız. Çünkü belki de mücadelenin en zor kısmı bu: Kendi korkuları, güvencesizlikleri, elindeki imkânları kaybetme endişesiyle böyle davranan kadınların da varlığını anlamak ve buna rağmen kızkardeşlik bağını sürdürmek.
Biz biliyoruz ki mücadelemiz bireylerle değil, sistemle. Ama sistem, failler aracılığıyla üretiyor bu tahakkümü. O yüzden failleri de tespit ediyor, aramızda konuşuyor, dillendiriyoruz. Şu an isim verememek, herhangi bir mahallede tacizin olmadığı anlamına gelmez. Bu çok basit bir entelektüel kapasiteyle ve sığ bir sosyolojik gözlemle dahi anlaşılabilecek bir gerçekliktir.
Rıza, Utanç ve İyileşme
Tüm bu tartışmaların içinde en çok konuşulması gereken kavramlardan biri rıza oldu. Rıza nedir, nasıl inşa edilir, nerede başlar, nerede biter? Sözel onay yeterli midir?
Bu tartışmalar yalnızca gündelik ilişkiler için değil, evlilik içi haklar için de önemliydi. Çünkü yıllarca üzeri örtülen evlilik içi tecavüz gerçeği tekrar hatırlatıldı. Kadınların bedenlerinin evlilik bağı gerekçe gösterilerek erkeğe ait olmadığı; evlilik içi şiddet, taciz ve tecavüzün de suç olduğu daha güçlü şekilde konuşulmaya başlandı.
Bu tartışmalar sayesinde birçok kadın kendi deneyimlerini yeniden adlandırma fırsatı buldu. Daha önce suçlulukla taşıdığı, sebebini koyamadığı rahatsızlıkların aslında taciz olduğunu fark etti. Yıllarca kadına yüklenen utancın aslında faile ait olduğu açığa çıktı. Utanç yer değiştirmeye başladı. Bu, başlı başına büyük bir kazanımdır. Çünkü adlandırmak, anlamak, kabul etmek iyileştirir.
Her ne kadar hâlâ ifşa edilmemiş, aramızda dolaşmaya devam eden çok sayıda fail olsa da, pek çoğu da duyuldu. Bazıları görevlerinden alındı, bazıları sektörden çekilmek zorunda kaldı. Yıllardır adı bilindiği halde sanat dünyasında el üstünde tutulan, camianın beslediği isimler uzun bir sessizlikten sonra nihayet hukuki süreçlere taşındı.
Kadınlar bu kez yalnız değildi. Birlikte daha güçlü bir şekilde suç duyurusunda bulundular. Failleri ortak olan kadınlar birbirlerini tanıdı, birbirlerine şifa oldu. Feminist bilinç daha açık ve görünür hale geldi, kız kardeşlik bağları güçlendi.
Adalet, Objektiflik ve Çifte Standart
Tüm bunlar olurken, bazı erkeklerin faillerle empati kurmaya daha yatkın olduğu görüldü. Onlarla aynı masada oturmak zorunda hisseden kadınlar ve erkekler de ifşa sürecinin daha “objektif” ve daha “adil” yürütülmesi gerektiğini söylemekten geri durmadılar. Yani fail aklayıcılığının en “nazik” biçimlerini önermeye devam ettiler. Oysa biliyoruz ki adalet hiçbir zaman kadınlar için eşit işlemiyor. Ensestte, tecavüzde, tacizde kadınlar hep yalnız bırakılıyor. Hukuki süreçler kesintiye uğruyor, kadınlar hayata tutunmakta zorlanıyorken failler ise yollarına devam edebiliyor.
Şimdi ise ifşalar gündeme geldiğinde erkekler için objektiflik, tarafsızlık ve eşitlik talep ediliyor. Bu apaçık bir çifte standarttır. On yıllardır işlemeyen adalet, şimdi erkekler lehine mi birden bire adil olacak? Bu, fail aklayıcılığının en saf, en çıplak hâlidir. Gerçekten adil bir süreçten bahsedeceksek, önce mağdur kadınların hakkı teslim edilmeli.
Kaybettikleri yılların, yarım bırakılan davaların, uğradıkları haksızlıkların borcu ödenmeli. Ama bunun pek mümkün olmadığını, artık geç olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu yüzden, ifşaların “tamamen adil ve objektif” olmasını beklemek, yalnızca gülünç bir taleptir.
Seküler Feministler, Beyaz Feminizm ve “Hijabwashing”
Özellikle Fatma Özkaya’nın videosunun ardından seküler mahalleden feministler ve gazeteciler bu konuya özel bir önem verdi. Bu elbette muhafazakâr mahalledeki kadınların sesini duyurmak için kıymetli, empatik bir adımdı. Bir kız kardeşliğin göstergesiydi.
Ama biz başörtülü kadınlar, aynı zamanda şunun da farkındayız: Çeşitli kanallar, muhafazakâr kadınların başka mağduriyetlerini görmezden gelirken, yalnızca “başörtüsünü çıkarmak” istedikleri noktada meseleye sahip çıkıyor. Bu, tıpkı beyaz feminizmin Ortadoğulu kadını yalnızca başörtüsünü çıkarmak istediğinde ciddiye almasına benziyor. Türkiye’de de bu konunun kimi zaman araçsallaştırıldığını görüyoruz.
Biz buna karşı uyanığız. Kendi mahallemizdeki fail aklayıcı sistemleri kabul etmediğimiz gibi, beyaz feminist bakış açısının bizi malzeme yapmasına da izin vermiyoruz. Bu noktada daha önceki yazılarımızda detaylı konuştuğumuz “hijabwashing” kavramı önem kazanıyor: Başörtüsünü siyasi düzlemde sembolik bir araç hâline getirerek kadınların gerçek deneyimlerini görünmez kılmak. Biz bu araçsallaştırmayı da reddediyoruz. Özetle ne projeyiz, ne fonlanıyoruz, ne de başka mahallelere kendimizi beğendirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bizi bu kategorilerden hiçbirine yerleştiremeyenler, neyle suçlayacağını bilemiyor ama sorunun varlığını her halükarda görmezden gelmeye devam ediyor.
Mücadele Devam Ediyor
Kendi yöntemlerimizle, kendi dayanışmamızla, kendi öfkemizle yürüyoruz. Sanki hayat hep onlara, neşe hep onlara, elem hep bizeymiş gibi bir algı yaratılıyor; biz ise sürekli nefretten besleniyormuşuz gibi gösteriliyoruz. Oysa dayanışmanın ve neşenin baskın olduğu, kahkaha tarafımıza yalancılar ve fail aklayıcılar giremiyor. Onlara hak ettikleri tepkiyi verirken, dayanışmayı da sağaltmayı da günü kurtarmayı da biliyoruz. Mesele tam da bu. Bu güzellik ve gerçeklik oyun dışında kaldıkları, kendi sahte oyunlarına piyon bulamadıkları için bu ağlayış. Hepsine rağmen tüm neşemizle mücadelemize devam edeceğiz.