Menü Kapat

Male Gaze’in Perde Arkası: Sanat Dünyasında #MeToo

Sanat sektöründe “isim yapmış”, “saygın” görülen fotoğrafçıların; sanat, yaratıcılık, estetik, meslek etiği, profesyonellik gibi kavramları kalkan olarak kullanıp kadınları istismar, taciz, manipülasyon, rıza gaspı ve psikolojik şiddete maruz bırakmalarına, bu ifşalar sayesinde artık sessizlikle değil, büyük bir öfke, inat ve feminist hassasiyetle tanıklık ediyoruz. Bu tanıklık, patriyarkanın sektördeki en görünmez köşelerine kadar uzanan cinsiyetçi düzenini deşifre ediyor. Şunu kesinkes biliyoruz ki bu şiddetin adı konulmadan, failin sorumluluğu yüzüne çarpılmadan ve kolektif dayanışma büyütülmeden gerçek bir dönüşüm olmayacak.

Yaratıcı endüstrilerin hem görünürde hem de toplumda ve bireyin zihninde inşa ettiği özgürleştirici, sınır tanımaz, modern imaj; kadınların hangi aşamada şiddet ve tacizden söz edebileceği konusunda muğlak ve güvensiz bir alan yarattı. Ne yazık ki akademi, sanat, eğlence gibi sektörlerde çalışan kadınlara; erkek yöneticileri, yönetmenleri, rol arkadaşları ya da fotoğrafçıları tarafından uygulanan sınır ihlalleri ve tacizlerin ayyuka çıkması ya da tacize uğrayan kadınlarda bir tuhaflık ve kötü his uyandırması hâlinde, eril otorite bu eylemleri kadınların mesleki gelişim süreçlerinin doğal bir parçası gibi görerek normalleştirmeye ve âdeta meşrulaştırmaya eğilimli oluyor.

Üretim ve eğlence endüstrisine dahil meslek grupları; işleyişi ve doğası gereği mesafenin daha kısıtlı olduğu, kadın bedeninin nesneleştirmeye açık hâle geldiği, “bir şey üretmek, sanata hizmet etmek” kisvesi altında kadının bedenine ve rızasına dair sınırların kolayca alaşağı edilebildiği durumlar yaratıyor. Örneğin üreten bir kadının çıplaklığa icazet göstermemesi, mesleğinde profesyonel olmadığı ya da duygusal davrandığı yönünde eleştirilebilmesine zemin hazırlıyor. İstenmeyen temaslar, rıza dışı dokunuşlar, ölçüsüz ve sınırsız teklifler ise mesleğin ve sürecin doğal bir parçasıymış gibi empoze edilerek; taciz ve istismar gibi kavramların silikleştirilmesine, görünmez kılınmasına hizmet ediyor.

Sanat ve yaratıcı endüstrilerde kadınların maruz kaldığı bu şiddeti anlamak için, görsel kültürümüzün mantığının temelindeki male gaze kavramını da hatırlamak gerekir. Laura Mulvey’in ortaya koyduğu ilk biçiminde male gaze, görsel temsilin merkezinde erkek bakışı ve arzusu olmasını, kadınınsa bu bakışın ve arzunun nesnesinden, hikayelerde yalnızca bir dekordan ibaret olmasına işaret eder. Buna göre sinema, fotoğraf, sahne sanatları gibi bedenin dahil olduğu medyatik sektörlerde kadının nasıl görüneceği, hangi halinin “estetik” sayılacağı, çıplaklığının “sanatsallığı,” bu eril bakışın koyduğu kurallarla belirlenir.

Bugün ifşalarla açığa çıkan tablo gösterdi ki; Mulvey’in ilk başta maruz kaldığımız görselliklerde yer edinmiş cinsiyetçi ve objeleştirici bakışı ortaya çıkarmak adına kavramlaştırdığı male gaze, yalnızca ortaya çıkan ürünlerin içinde değil, üretim süreçlerinin bizzat kendisinde işliyor. Bir fotoğraf çekiminin, prova veya yaratıcı üretim sürecinin “profesyonellik” adı altında kadınlara yapılan rıza inşaları, erkek bakışının estetik bir tahakkümden ibaret olmadığını gösterdi. 

Belli ki kendine sahne arkasında da yer edinmiş bu bakış, kadınlara sınır ihlallerini dayatmanın örgütsel, onları suçluluk ya da yetersizlik duygusuna itmenin psikolojik bir aracı. Bu durum gösteriyor ki kadın bedeninin nesneleştirilmesi ortaya çıkan fotoğraf karesinde oluşan bir durum değil, aksine, o kareyi yaratan ilişkiler ağında var olan nesneleştirmenin doğal bir çıktısı. Bu yüzden sanat alanlarındaki patriyarkal şiddeti ifşa etmek, Mulvey’in eleştirdiği görsel kültürdeki görünmez erkek tahakküm yapıyı deşifre etmek için de kritik.

Erkeklerin; patriyarkadan, mesleklerinin sağladığı itibardan, kamusal bilinirlik ve popülerliğin yarattığı güç sarhoşluğundan, içinde bulundukları sosyal çevrelerin ve ayrıcalıklı konumların sunduğu konfordan cesaretle kadınları sindirmeye, bastırmaya, sömürmeye ve yok saymaya kalkışmalarına ilk kez tanık olmuyoruz. Tam da bu yüzden, dünyanın dört bir yanında kadınların kolektif bir isyan ve dayanışma hattı olarak büyüttüğü #MeToo hareketi, bu suskunluk ve cezasızlık düzenini yıkmaya, failin konfor alanını parçalamaya ve kadınların deneyimlerini görünür kılmaya devam ediyor.

2006 yılında Afro-Amerikan aktivist Tarana Burke tarafından “Me Too” ifadesi, cinsel şiddete maruz kalan kadınların deneyimlerini paylaşabilmesi ve yalnız olmadıklarını hissetmesi için bir dayanışma çağrısı olarak ortaya çıkmıştı. 2017’de Hollywood yapımcısı Harvey Weinstein hakkında ortaya çıkan taciz ve istismar iddialarının ardından oyuncu Alyssa Milano’nun Twitter’da “#MeToo” etiketiyle yaptığı çağrı, kısa sürede milyonlarca kadının kendi hikâyelerini paylaşmasıyla küresel bir harekete dönüştü. 

Bugün #MeToo hâlâ farklı coğrafyalarda kadınların dayanışma hattını büyütüyor; sadece taciz ve istismarı değil, iş yerinde mobbingten sanat alanında nesneleştirmeye kadar patriyarkal şiddetin farklı biçimlerini görünür kılıyor. Türkiye’de ise son günlerde sanat ve fotoğraf sektöründen kadınların paylaştığı ifşalar, bu küresel dalganın yerel bir karşılığına işaret ediyor. 

Bu süreçte zarar görmüş; yaşadığı deneyimlerin ağırlığı altında kendisini kötü hissetmiş, fakat failin onu “eksik”, “yetersiz”, “amatör”, “fazla hassas” ya da “profesyonel bakamayan” gibi ithamlarla suçlaması nedeniyle mağduriyetini kabullenmekte zorlanmış, sesini bir şekilde çıkarabilmiş ya da henüz ifşa edecek cesareti bulamamış tüm kadın arkadaşlarımızın yanındayız. Onların hikâyeleri bu mücadelenin en sahici kaynağıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir