Dün Hasçelikler’in finali olarak yayınlanan düğünü aslında haftalardır izliyorduk; karakterlerin Instagram hesaplarından, çeşitli influencerların TikTok’larından, sosyal medyayı saran paylaşımlardan. Son bölümün hikâyesini oluşturan bu düğün yalnızca oynanan bir kurgu değildi; takılar takıldı, karakterlere girildi, mekânda eğlenilerek dans edildi, onlarca influencer’ın deyimiyle “Gerçekten arkadaşları evleniyor gibiydi.” Ama bu sefer fark yalnızca eğlencenin büyüklüğünde değildi. Tüm bunlar, fiziksel olarak orada olanlara ait bir deneyim gibi sunulmadı ve bölüm yayınlanmadan çok önce de seyirci sürece dahildi.
Düğündeki dedikodular, giyilenler, gelenler ve hatta kimin ne taktığı izleyiciler tarafından büyük bir dikkatle takip edildi. Bu durum izleyen ve izlenen arasında hiyerarşik bir mesafenin kurulduğu magazin haberleri gibi değil, tanıdık bir his, sanki bir aile düğününü izlemek gibiydi. İçeri girmesi mümkün olmayan herkes için de “bizimkiler evleniyor” hissettirdi.
Haftalardır “reklamı dönen” bu düğüne dair paylaşımlarda olan şey sadece bir içerik stratejisi değil, Sude Belkıs’ın, daha önceki yazımızda irdelediğimiz, uzun süredir inşa ettiği alternatif bir medya estetiğinin sonucu. Nitekim Belkıs’ın evreni izleyiciyi yalnızca seyirci değil, duygusal bir ortak olarak konumlandırıyor. Bu seferki fark, düğünün yalnızca anlatı içi, çekimle kısıtlı bir kurgunun ötesinde, “gerçek hayatta yaşanan” bir etkinlik olmasıydı. Hasçelikler, bu fiziksel deneyime dayalı etkinlikte dahi izleyiciyi dışarıda bırakmadı. Tam tersine, düğünün erişim açısından sınırlı yapısını bir avantaja çevirerek, izleyici tam da mekânda olmamasıyla davetliymiş gibi hissettirdi.
Katılma Hakkı Kime Ait?
Düğünler doğası gereği yakınlık üzerine kuruludur. Katılım genellikle fiziksel bir bağa ve sosyal tanışıklığa dayanır. Hayatımızda dahil olduğumuz en büyük toplu etkinliklerdendir düğünler, bizi çağıranlarla kişisel bir bağımız olduğu için oradayızdır. Bunun dışındaki ödül törenlerine, galalara, bize çok uzak ünlülerin hayatlarına ait özel etkinliklere yabancı kalırız.
Influencer ekonomisiyse buna üçüncü bir alternatif üretti: Bir etkinliğe “katılım,” artık kişi geleneksel anlamda “ünlü” olmasa da, görünürlükle, networkle, bir çevrenin parçası olmakla da mümkün. Özellikle sponsorlu davetlerin, marka etkinliklerinin, “özel partilerin” mekânsal ve sınıfsal olarak sınır çizdiği bir sosyal medya ortamında, izleyici izlenene yakın hâle değil, izlenenin özel hayatına dışarıdan bakar hâle geldi. Hasçelikler düğünüyse, bizim aramızdan olduğuna inandırdığı karakterlerin bir o kadar tanıdık mahalle düğününü, aynı zamanda influencer etkinliği olarak kurgulayarak, tüm bunlar arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor.
İzlerken dahil olmak
Bu deneyimi anlamlandırmak için Lauren Berlant’ın “duygulanımsal kamusallık” (duygusal kapitalizm de olabilir bu) kavramından bahsetmek mümkün. İnsanların medya üzerinden kurdukları bağların yalnızca bilgiye erişim değil, duygusal katılım anlamına geldiğini öne süren bu kavram, aslında artık sürekli hayatımızın bir parçası: Influencerlar’la kurulan ilişki bilgiyle değil, sevgiyle, pragmatist bir takiple değil, bağ kurma hissiyle çalışıyor.
Klasik versiyonunda takipçi ve takip edilen, dolayısıyla izleyici ve izlenen arasındaki sınırın net olduğu, bir kişinin hayatını bilmeye dair samimi isteklerin potansiyel müşteri halini alarak araçsallaştığı, ve idolleştirme kültürünün yaygın olduğu bu durumda izleyici bir politik ya da estetik kolektifin parçası hâline geliyor ve bu fiziksel değil hissel yaşanıyor.
Tam bu noktada, Sude Belkıs, duygusal kamusallığı alışık olduğumuz düzlemden çıkararak kendisinin, karakterlerinin, düğüne katılan influencerların, ve izleyicilerin aynı seviyede, benzer duyguların etrafında buluştuğu, başka bir deyişle aynı kamuya ait olduğu bir hale getiriyor. Nitekim, bu sefer yaşananlar “Keşke orada olsaydım”dan ibaret değil, tersine “Orada olmasam da oradaymışım gibi, oraya ait hissediyorum” oldu. Çünkü izleyici, Hasçelik karakterlerinin kurgulanışında kendisiyle gördüğü benzerliği, bu sefer influencer katılımına açık, statüsel bağlamda sınıfsal bir “düğün”ün dokusunda dahi gördü. Ve belki de bu, yeni medyanın en samimi başarılarından biri: ait olmak için orada olmaya gerek yok.
Dizi mi bitti oyun mu?
Bu noktada diziyi sonlandıran Hasçelikler düğünü aslında bir anlatının değil, bir topluluğun finali gibi. Bu alanı noktalayan, şimdiye kadarki her karakterin ve daha fazlasının katıldığı düğündeyse, influencer’lar sosyal medyada sundukları klasik, kürate edilmiş kimlikleriyle değil; kurmacayla uyumlu, ama tam da bu bahaneyle maskesiz, içlerindeki “yenge”yi, “teyze”yi, “çirkef akraba”yı, “düğün dansçısı”nı ortaya çıkaran karakterleriyle yer aldılar.
İçerik üretiminin yapısı gereği izleyici için yalnızca görüntüden ibaret olup da bahsedilen hisleri yaratan bu ilişkisel alan, klasik yeni medya veya aidiyet modelleriyle açıklanamayacak kadar melez, esnek, bulanık.
Zira Sude Belkıs ne izleyiciyi doğrudan içeri alıyor, ne de arkadaşlarıyla paylaştığı eğlencenin ötesinde, bilinçli ve stratejik bir aidiyet alanı kurma çabasında. Bu çabasızlık, tam da sürecin doğallığından kaynaklanan bir yeterlilik hissi yaratıyor. Örneğin, sokakta çekim yaparken yanlarına gelen izleyicilere birer takipçi gibi değil, sahnenin parçasıymış gibi davranmaları, izleyiciyle izlenen arasındaki tek farkın orada bulunmak olduğu fikrini kuruyor. Dolayısıyla, herkes fiziksel boyutun dışında kaldığında bir fark neredeyse yok.
Yani izleyicinin bu hissi, klasik bir aidiyet dinamiğinden değil, bir yansımadan doğuyor; birey yapıya doğrudan katılamayacağı, hatta bu katılımının engellendiği durumda dahi, yapının içinde kendi yansımasını, başka bir evrendeki benliğini, değişmesine veya mükemmelleşmesine gerek olmayan varlığının temsilini görüyor.
Böylece Hasçelikler, bir kez daha, dijital çağda içerik üreticiliğinin önemli bir kırılma noktasına işaret ediyor; “Hadi benimle hayatımı yaşayın” söylemini “Siz zaten buradasınız”a çevirmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Bu yüzden belki de, kimin görüldüğünün ve duyulduğunun medya üzerinden karar verildiği, temsiliyetin kritikleştiği bu çağda, mesele içeride kimin olduğu değil, kimin kendini görebildiği.