Madleen gemisi, 1 Haziran 2025’te İtalya’nın Sicilya adasındaki Catania limanından yola çıktı. Gemide, Fransız Avrupa Parlamentosu üyesi Rima Hassan, Türkiye’den Hüseyin Şuayb Ordu ve Almanya, Hollanda, İspanya, Brezilya gibi ülkelerden katılımcılar yer alırken aralarında en dikkat çeken isim ise İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg oldu. Gazze’ye ulaştırmayı amaçladıkları bebek mamaları, su arıtma kitleri ve tıbbi malzemeler ilk bakışta basit bir yardım kolisi izlenimi veriyordu. Yaklaşık yedi gün süren bu deniz yolculuğu, Gazze açıklarındaki uluslararası sularda İsrail ordusu tarafından kesildi; gece saatlerinde düzenlenen baskınla tüm yolcular gözaltına alındı, sınır dışı edilmek üzere Aşdod Limanına götürüldüler. Madleen fiziksel olarak Gazze’ye ulaşamadı, ama yarattığı etki, bu tür girişimlerin neden bu kadar gerekli olduğunu bütün dünyaya gösterdi.
Nitekim bu geminin taşıdığı yardım değil, geminin politik ve sembolik anlamı İsrail başta ölmek üzere, kimi çevreleri rahatsız etti. Owen Jones’un The Guardians’ta yayınlanan yazısında, okuyuculara, “Britanya’nın uluslararası normları hiçe sayarak donanmasını çıkarıp oraya bebek maması, ilaç ve gıda götürdüğünü hayal edin.” diye sorması bunun iyi bir örneği. Zira hayal etmemizi istediği şey yaşanmadı; onun yerine Madleen, bir grup “aktivist” tarafından yola çıkarıldı, ve herkesin alkışladığı bir haber olmak yerine, İsrail destekçilerince “selfie yatı” ve “PR şovu” gibi söylemlerle değersizleştirilmeye çalışılarak eleştirilere maruz kaldı. Jones’un Britanya üzerinden yaptığı bu karşılaştırmayı, Türkiye’deki siyasi konjonktüre taşımak da mümkün.
İç siyasetin filistin kurgusu: dava değil dekor
Filistin meselesi bugün hâlâ bir dış politika meselesi gibi değil, Türkiye iç siyasetindeki kimlik savaşının bir parçası olarak görülüyor. Mesele Filistin’e yardım değil, yardım üzerinden kendine rol biçmek, kimin neyin tarafında olduğu üzerinden birbirine yakıştırmalar yapmak, ahlaki üstünlük imajı kurmak oldu. Bu sebeple de yardım taşıma rolünü bir başkası, hem de kendi tanım kümesine dâhil olmayan biri üstlendiğinde, sahici bir kızgınlıktan çok iktidar kaybının hırçınlığına dönüşen tepkiler görmeye başladık.
12 kişinin canlarını riske atarak “kimsenin cesaret edemeyeceği” bir barikatı aşmaya bu kadar yaklaşması, Türkiye’de yıllardır Filistin meselesi üzerinden rol kapmaya çalışan ama sahada hiçbir şey yapmayan çevrelerin propaganda düzenini sarsan bir örneğe dönüşmüş durumda. Zira yardımı götürenler, kendilerini “ümmetin” veya kendi milletlerinin siyasi temsilcileri değil, bunu yapmayı ahlaki bir yükümlülük addeden birer insan olarak görüyordu. Gemide Greta Thunberg dahil “Batılı” aktivistlerin bulunmasının eleştirilmesi, yardımı taşıyanın “kim olduğu” sorusunun da ötesinde, yardımı “kimin taşımadığı”nı gün yüzüne çıkardı.
Yardım geldi, ama “yanlış” kişiden
Bu çevreler yıllardır, Filistin meselesini Batı karşıtı söylemlerini beslemek için söylemsel bir araç olarak kullandı. Ancak bu söylemin sahada bir karşılığı yok; ne gerçek bir siyasi baskı örgütlendi, ne efektif bir kitlesel hareket yaratılabildi, ne de doğrudan fiziksel bir destek sağlanabildi. Yalnızca bazı sembolleri kullanarak -kefiye, karpuz, Arapça sloganlar- bir tür kimlik performansı sergilendi. Ama konu doğrudan Gazze’ye yardım götürmek olduğunda, bugüne kadar “zaten yapılamaz” diyerek kendilerini geri çeken bu çevrelerin aslında bunu denemedikleri de açıkça görülmüş oldu.
Yardım götürenlerin çoğunun, seküler, Batılı ve siyasal İslam’la, kimilerinin sahiplendiği veya sahip oldukları kimliklerle ilgisiz olmasından rahatsız olundu. Onlar için Madleen gemisi, başarısı ölçüsünde değil, kendine siyasal veya söylemsel getirisi olmayışı nedeniyle anlamsızdı. Çünkü, ne kadar Gazze’ye varamadı diye başarısız gösterilmeye çalışılsa da, Madleen’in, bir grup “aktivistin” süpergüç devletlerin yapmadığını yapmaya ne kadar yaklaşabildiğini ve halkların eğer hükûmetleri bu soykırıma suç ortaklığı yapmayı bırakmazlarsa onları buna zorlayabilecek güce sahip olduklarını gösterdiği bu başarısından bir güç devşiremediler.
“Bu onur Müslümanlara ait olmalıydı.” fikri, bu tepkilerin yalnızca bireysel değil, “insanlık onuru”nun kime ait olduğuna dair kolektif bir rahatsızlık olduğunu gösteriyor. Onur ve iyilik üzerinde hak iddia etme çabası, çok tanıdık bir siyasal-ahlaki mantığı yeniden üretiyor: Eylem, haklılık değil kimlik üzerinden sahipleniliyor. Bu sahiplenme mantığı, dayanışmayı kendi siyasi amaçları doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmıyor, onu bir tür özel mülkiyet olarak tahayyül ediyor. Bu yaklaşım, sonuçta, İsrail’in mantığıyla örtüşen bir yere varıyor. Her ikisi de, eylemin içeriğinden çok öznesine odaklanıyor. Her ikisi de “yapılan nedir?” sorusunu “kim yaptı?” ve “kime yapıldı?” sorularına feda ediyor.
Sembol çok, dayanışma yok
Bu noktada ümmetçi söylemin Gazze’yle kurduğu bağın çoğu zaman ahlaki ya da politik değil, tamamen sembolik olduğunu söylemek mümkün: Gazze onlar için bir sadakat vitrini, bir tür ahlaki sermaye alanı. Bu sahiplenme yarışı aynı zamanda sorumluluğu da dağıtıyor. Nitekim eğer “onur bize ait”se, ancak biz o onurlu eylemi uygulamaya geçirmediysek, bu onur yokluğunun ahlaki yükünün taşınmasını bekleriz. Fakat gerçekte bu yükün altına asla girilmez, eleştiri okları grubun kendisine yöneltilmez, eleştirmen, “onlar yapmalıydı” dediği Müslümanlardan olmasına rağmen kendisinin hem o gemide olmadığının, hem de hâlâ aktif bir eylem üretmediğinin bilincine varmaz. Çünkü asıl mesele hiçbir zaman doğruyu yapmak, bu ahlaki sorumluluğun yükü değildir, görünürlük ve ondan kimliğine fayda devşirmektir. Sorun tam da burada: Politik erdem kimlik değil, fiil üzerinden tanımlanır, ve sahip olunan kimlikler, kişiye içkin ahlaki üstünlükler vaadetmez.
Gazze’ye varamayanlar ne gösterdi?
Üstüne üstlük bu girişim yalnız değil. Daha önce başka gemiler de Gazze’ye ulaşmaya çalışmıştı. Bunlardan özellikle son günlerde en çok hatırlananıysa, 2010 yılında düzenlenen, İsrail donanmasının saldırısı sonucu 10 kişinin hayatını kaybettiği Mavi Marmara. O gemi de bulunması hukuken tanınmış hakkı olan uluslararası sularda durduruldu, baskına uğradı ve hem küresel, hem domestik kamuoyunda büyük bir kırılma yarattı. Bazı başka girişimler de fiziksel olarak engellendi ya da batırıldı. Fakat her biri Filistin’e giden yolların tamamen kapalı olmadığını gösterdi. Bu tür girişimler, Gazze’ye ulaşmasalar da somut yardımın ötesinde bir şeyi başarmış oluyorlar; “Filistin’e ulaşmak mümkündür” diyorlar. Yeter ki siyasi kararlılık ve uluslararası dayanışma sağlansın. Bu mesaj, yardımın kendisinden bile daha etkili olabilir, çünkü doğrudan kamuoyunu etkiliyor, baskı yaratıyor, İsrail’i yalnızlaştırıyor.
Politik anlamda karşı koymak, iktidarla ters düşmeyi, konforu bırakmayı, bedel ödemeyi gerektirir. O yüzden bu tarz somut eylemlerin içinde olmaktansa, laf üretmek daha güvenli. Şimdi Mısır’da Refah Sınır Kapısı’na doğru yeni bir yürüyüş hazırlanıyor. Türkiye’den katılanlar da var. Asıl soru şu: Oturdukları yerden konuşanlar, gerçekten oraya gitmeye niyetli mi? Yoksa eylemi yalnızca seyredip üzerine ahkâm kesmeye devam mı edecekler?