Düşünün: Ünlü bir “modern hattat” var. Fakat bu şahıs hayatında tek bir usta görmemiş, hiçbir meşk zincirine dahil olmamış. Ne rahle görmüş ne rika… Ama Arapça harfleri tanıyor, eline alıyor fırçayı, fosforlu renklerle devasa “vav” harfleri çiziyor. Üstüne bir de kocaman “HİÇ” yazıyor. Sonra o “HİÇ”in altına gururla kocaman imzasını atıyor ve her birini boyutlarına göre fiyatlandırarak satışa sunuyor. İşte memleketin bugün geldiği “tasavvuf algısı” bu kadar trajikomik.
Son yıllarda gözümüzün önünde gerçekleşen, fakat bir türlü adı doğru konulamayan ciddi bir kültürel deformasyonun tam ortasındayız. Tasavvuf, bu toprakların en köklü, en zarif ve en incelikli düşünsel geleneklerinden biriyken; bugün küresel tüketim kültürünün bir uzantısı olan “new age” pazarlama stratejilerinin, kişisel gelişim endüstrisinin ve dijital medyada popülerleşen sözde-bilgelik söylemlerinin aracı hâline geldi. Adeta banalize edildi.
Spiritüel kitsch: Hz. Mevlana’dan yogaya
Hem de öyle sıradan bir dönüşümle değil; alt yapısına Batılı beden odaklı spiritüel pratikler (örneğin yoga) entegre edildi, üzerine tasavvufi sembollerle (örneğin Mevlevi sikkesi) yüzeysel bir otantiklik süsü verildi, içerik olarak neoliberal bireycilik ve psikolojik öz-yeterlilik ideolojisiyle harmanlandı; romantize edilmiş “aşk” ve “özgürlük” kavramlarıyla popüler kültüre eklemlendi.
Mevlevilik denince artık Hz. Mevlana’nın sarığı değil, Elif Şafak’ın “Aşk” romanı akla geliyor. Hz. Şems’in hakikat yolculuğu değil, “ilahi aşk” adı altında her türlü dünyeviliğe kılıf uydurulmuş romantik fanteziler geliyor. Oysa bu isimler; dinî usul ve kaidelere titizlikle bağlı, aşkı Allah için yaşayan ve bu aşkı bütün benliğini yok ederek idrak eden büyük zatlardı. Onlar için aşk; Allah’ın iradesine kayıtsız şartsız teslim olmaktı.
Kim neden bu konuyu konuşmuyor?
Tasavvufun ayağa düşmesi sadece yanlış anlaşılmasından değil, onun üzerinden bir hayat tarzı, kimlik ve iktidar alanı inşa edilmesinden kaynaklanıyor. Ancak bu yozlaşma uzun zamandır adlandırılamıyor; çünkü mesele hem çok katmanlı hem de hassas. Gerçek tespiti yapabilmek için tasavvuf geleneğine vakıf olmak ve bu grupları bizzat deneyimlemek gerekiyor. İşin en zor yanı ise kimsenin bu konuda rahatça konuşamaması. Peki neden?
Çünkü bir yandan tasavvufu gerçekten seviyoruz; onun gönül dünyamıza açtığı zarif kapılara minnet duyuyoruz bu sebeple de tasavvufa dair olumsuz bir algı oluşmasını istemiyoruz. Bir yanda da “İnançlı kalsınlar da hangi yolla olursa olsun” diyen, iyi niyetli ama ölçüsüz bir anlayış hâkim. Bir başka kesimse selefi ve radikal söylemlerle arasına mesafe koymak istediğinden tasavvufu istismar eden figürlere ses çıkaramıyor. İşte bu yüzden bu mesele hep gölgede kalıyor. Böylece hakikati konuşmak yerine, sessizlik içinde her şeyin altı oyuluyor.
Gri alan: Manevi rehberlik mi, istismar mı?
Mesele artık bireysel tercihler değil, kolektif bir yozlaşma. Tasavvuf, bugün birçok çevrede bir inanç sistemi olmaktan çıkıp, sembolik ve kültürel sermaye üretme aracı hâline geliyor. Özellikle erkeklerin bu mecra üzerinden iktidar ilişkilerini yeniden üretmesi, insanların manevi boşluklarını ve aidiyet ihtiyacını kullanarak çevresinde “mürid” toplamaya yönelmesi; aşk, hiçlik, teslimiyet gibi kavramları ise manevi manipülasyon araçlarına dönüştürmesi artık münferit değil, yapısal bir örüntü.
Üstelik bu ilişkilerde sözde mürşitlerin müridlerinden ne talep edeceği konusu ciddi bir gri alan. Normalde sınırlarını koruyan bireyler, “manevi rehberlik” kisvesi altında bu ilişkilerde daha geçirgen hâle geliyor; bu da istismar riskini artırıyor. Süreç kapalı kapılar ardında ilerlediği için hem fark edilmesi hem de tanımlanması güçleşiyor. Pek çok kişi yaşadığı durumu ancak sonradan, geç de olsa, fark edebiliyor. Gibi dizisindeki “Yanlış Mentor” bölümü, bu durumu hiciv yoluyla görünür kılan nadir örneklerden biri.
Hiçliğin karşısında manevi elitizm
Ve işin en tehlikeli boyutlarından biri de şu: Artık bu sahte tasavvufi yapıların içinde ciddi bir manevi elitizm gelişmiş durumda. Son yıllarda, kendilerini “daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaşmış”, “nefsin sınırlarını aşmış”, “manevi mertebelerde yol almış” insanlar olarak tanımlayan bir zümre peyda oldu. Bu insanlar, ibadetleri ve şeriatın gereklerini sıradan müminlerin “zahirî yükü” olarak görüp, kendi içsel yolculuklarını çok daha özel, daha “derin” bir arayış olarak sunuyor.
Namazı, orucu, helal-haram çizgisini; adeta köydeki teyzelerin, amcaların dindarlığına has bir folklor gibi küçümseyen; tasavvufu sınıfsal bir ayrıcalık alanına dönüştüren bu zihniyet, yeni bir tasavvuf burjuvazisini doğurdu. Klasik tasavvufun kapsayıcı, mütevazı ve edep merkezli yapısı yerini çoktan; “ben seçilmişim, sen sıradansın” bakışına terk etti.
Maneviyatın yeni iktidar haritası
Aşkı, hiçliği, teslimiyeti sürekli dilden düşürmeyen ama gönülden bir türlü geçiremeyen bu kişiler; aslında modern zamanların manevi aristokratları. Herkesi kucaklayan bir anlayıştan değil, tepeden bakan bir tasavvurdan besleniyorlar. Sözde tevazularının arkasında, “hakikate ulaşanların diliyle” konuşmanın verdiği iktidar arzusu var. Bu yeni halin ardında açık bir sendrom yatıyor: Seçilmiş insan sendromu.
İçsel bir bilgiye, başkalarının eremeyeceği bir algı düzeyine, “batınî bir sırra” vakıf olduklarını zanneden; dolayısıyla da halkın ibadetleriyle, dinin emir ve yasaklarıyla meşgul olmayı bir tür “alt kademe meşguliyeti” olarak gören bir kibir formu bu. Oysa gerçek tasavvuf, üstünlük değil hiçliktir. “Ben oldum” değil, “ben yokum” diyebilmektir. Bu yolda iddia değil, içe kapanan bir edep vardır. Fakat bugün bu tür iddialarla sahte otoriteler kuruluyor, “mürşid” ilan edilen figürlerin çevresinde bir itaat ekonomisi doğuyor.
Zühdten zümreye: Tasavvuftan toplumsal ayrışmaya
Tasavvufun en derin kavramları; aşk, cezbe, vecd, teslimiyet… artık anlamını yitiriyor çünkü taşıyıcıları bu kavramların içini kişisel ihtiraslarıyla doldurmuş durumda. Bu yüzden mesele sadece bireysel bir sapma değil; maneviyat üzerinden kurulan yeni bir güç yapısı. Ve bu yapının beslendiği şey, hakikat değil, başkalarının hakikat yolculuğuna hükmetme arzusudur.
O yüzden bu yozlaşmayı sadece “popüler kültür” meselesi olarak değil, inanç, kimlik ve otorite kurma meselesi olarak görmek gerekiyor. Postmodern dünyada hakikatin parçalandığı, “herkesin kendi gerçeği”ne inandığı bu dönemde, insanlar ruhsal boşluklarını yoga ile mi doldurur, terapist ile mi, tasavvuf semineriyle mi, fark etmiyor. Ancak burada çok önemli bir fark var: Tasavvuf, bireyin nefsini törpülemek, Allah’a yaklaşmak için kullandığı kadim bir yoldur. Ama bugün olan şey, nefsi yücelterek, tasavvufi kavramları “new age” pazarlama aparatına dönüştürerek tam tersi bir istikamette yol almak.
Yeni tasavvuf: Duygusal kapitalizmin türev ürünü
Tasavvufun, liberal/ progressive İslam anlayışına makyaj malzemesi yapılması, en hafif tabirle safsatadır. Çünkü tasavvuf geleneğinde ve klasik düşüncede –ne Hz. Mevlana’da ne Yunus Emre’de– dinî vecibeleri yerine getirmemeyi mazur gören, günahı bireysel duygularla romantize eden, nefsin dönüşümüne değil nefsin tatminine hizmet eden, bireyin Allah’a kul olmak için değil, kendi “öznel hakikati”ni kutsamak için ilahî aşkı dünyevi zaaflarla karıştıran bir anlayışa rastlanmaz.
Tasavvuf geleneğinin temel öğretisinde yolculuk dört aşamalıdır: Şeriat – Tarikat – Marifet – Hakikat. Bu, tesadüfen kurulmuş bir sıralama değil, bilinçli ve zorunlu bir yapıdır. Şeriat olmadan tarikat olmaz; tarikat olmadan marifet ve hakikat asla elde edilmez. Yani dinî vecibelerin uygulanması, bu yolun ilk ve en temel eşiğidir. Hz. Mevlana Fîhi Mâ Fîh adlı eserinde şöyle der: “Bizim mezhebimizde esas olan, dinin zahirine ve şeriatın emirlerine titizlikle uymaktır. Çünkü kim zahiri terk ederse, bâtıni de kaybeder.”
Bugün “ilahî aşk” söylemi çoğu zaman, dinî sorumluluktan kaçan dünyevî arzulara sadece ruhsal bir ambalaj. Bu yeni tasavvuf endüstrisinde sema bir sahne gösterisine, ney üflemek meditasyona, zikir seansı ise grup terapisine indirgeniyor. Mevlevihaneler birer müzeye dönüşürken, “modern dervişler” artık influencer ya da sahne sanatçısı kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Ve toplum, bu teatral maneviyat gösterisine büyük bir iştahla eşlik ediyor. Çünkü hakikat çetin, gösteri ise kolay; takva emek ister, romantizm ise yüzeysel bir hazla yetinir.
Hakiki olan, konforla değil, bedelle gelir.
Unutulmamalı ki, tasavvuf hiçbir zaman inancı hafifletmek ya da estetikle yumuşatmak için var olmadı. Tam aksine, inancı derinleştiren, kişiyi kendi iç karanlığıyla yüzleştiren, nefsi ezip yok etmeye çalışan bir manevi disiplindi. Bugün ise, bu kadim gelenek; bireysel arzuların meşrulaştırıldığı, vicdanî bir rahatlama aracına dönüştürülüyor.
Zira artık mesele sadece kişisel bir maneviyat arayışı değil; “herkese hitap eden”, kimseyi rahatsız etmeyen, yumuşatılmış bir İslam imajı inşa etme çabası. “Progressive İslam” söylemiyle hem seküler beğeniye uyum sağlamak, hem de herhangi bir kesimden “inancından dolayı” dışlanmamak mümkün hâle geliyor. Ancak unutulmamalıdır ki, bu postmodern dünyada gerçekten ilkelere ve prensiplere bağlı bir Müslüman olmanın hâlâ bedeli var. Ve o bedel, filtrelenmiş maneviyatla değil; sahici yüzleşmeler ve eylemlerinin sorumluluğunu almakla ödenir.