Yakın zamanda yaşanan İsrail’in İran’ı bombalaması ve ardından gelişen olaylar, ABD’nin çatışmaya dahil olması, nihayetinde ateşkesin yine büyük aktörler arasında sağlanması, hikâyenin kimin adına yazıldığı sorusunu daha da yakıcı hale getiriyor. İsrail’in saldırıları, aslında İran’ın nükleer programını hedefleyerek bölgede yükselen bir gücü engelleme ve Orta Doğu’yu kontrol altında tutma amacını taşıyor. Bu müdahale, sadece İran rejimini zayıflatmakla kalmayıp, aynı zamanda bölgedeki güç dengesini Batı lehine korumaya yönelik stratejik bir hamle olarak görülmeli. Rejim değişikliği söylemi ise halkların özgürlüğüyle değil, Batı’nın doğrudan kontrol edebileceği daha “yönetilebilir” bir hükûmet kurma arzusuyla bağlantılı. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi.
İran rejimi, yıllardır halkın taleplerine sırtını dönmüşken, bugün kendini “direnişin merkezi” olarak sunarak hem içerideki meşruiyet krizini hem de dışarıdaki yalnızlığını örtmeye çalışıyor. İsrail ise, Filistinlilerin hayatlarını hiçe saymaya devam ederken, İran’a yönelik saldırılarını tanıdık “önleyici savunma” söylemiyle meşrulaştırıyor. ABD, Irak işgalinde olduğu gibi, tehdit olarak algıladığı her unsur üzerinden Orta Doğu’da söz sahibi olmaya, varlığını güçlendirmeye çalışıyor. “İran toplumuna özgürlük, barış ve rejim değişikliği getireceğiz” söylemi, beyaz sömürgeci zihniyetin tarihsel palavralarından ibaret; Orta Doğu halklarının gerçek kurtarıcısı olmadı ve olamaz.
Ayrıca hiçbir rejim, o rejimin altında yaşayan halkın bombalanmasını meşrulaştıramaz. Amerika ve Avrupa’nın sömürgeci geçmişinden biliyoruz ki, Orta Doğu ve Afrika halkları sözde demokrasi ve özgürlük vaatleriyle kültürel asimilasyonun hedefi haline getiriliyor. Bu vaatler, aslında tahakküm kurmanın bir aracı oluyor. Bu noktadaysa, tüm bu tartışmaların ortasında şu soruları sormak gerekiyor: Kim, kimi kimden kurtarıyor? Kim kimin adına konuşuyor? Dolayısıyla mesele, yalnızca şu anki aktörlerin eylemleri değil, bu eylemlerin tarihsel sürekliliği ve ideolojik arka planıdır. Biraz geriye gidelim ve İran’ı birlikte anlamaya çalışalım:
1953 Darbesi: Batı’nın vesayet düzeni nasıl kuruldu?
1953’te İran’da yaşanan darbeyle başlayalım. Bu darbe Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak adına halk iradesine nasıl müdahale ettiğinin çarpıcı bir örneği. O dönem İran Başbakanı Muhammed Musaddık, ülkenin en değerli kaynağı olan petrolü millileştirerek, İngiliz Anglo-Iranian Oil Company’nin (bugünkü BP) tekeline son vermek istedi. Bu, hem İngiltere’nin ekonomik çıkarlarına hem de ABD’nin Soğuk Savaş’taki stratejik kaygılarına doğrudan tehdit olarak görüldü. Musaddık’ın artan halk desteği ve bağımsızlıkçı tavrı, Batı’nın gözünde tehlikeli bir radikalizm gibi okundu; hele ki komünizme kayma ihtimali, CIA ve MI6’yı “Ajax Operasyonu”yla devreye sokacak kadar korkuttu.
Batı’nın asıl derdi ne demokrasi ne özgürlüktü; mesele, kontrol edilebilir bir İran’dı. Bu yüzden, genç ve Batı yanlısı Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi iktidara taşıdılar. Çünkü o, seküler modernleşme adı altında otoriter bir rejim kurarak Batı’nın çıkarlarını güvence altına alacak “makul” bir aktördü. Muhammed Rıza Pehlevi’nin yeniden başa getirilmesi, Batı’nın yalnızca çıkarlarını korumakla kalmayıp, İran halkına hızla bir “medenileşme” projesi dayatmasına da zemin hazırladı. Modernleşme adı altında yürütülen bu süreç, aslında Batılı yaşam tarzının makbul, medeni ve ideal kültür olarak empoze edilmesiydi. İran halkı bir yandan otoriter bir rejimin baskısıyla yaşamaya zorlanırken, diğer yandan kendi kültürel ve dinî değerlerinden uzaklaştırılıyordu.
1979 devrimi: Halkın kendi kaderini eline alışı
Batı’nın “istikrar” dediği şey, İran halkı için baskı, sansür, işkence ve kültürel yabancılaşma demekti. Ve bu birikim, 1979’da halkın sokaklara dökülerek yalnızca bir rejimi değil, aynı zamanda Batı’nın yıllardır kurduğu vesayet düzenini de yıkmasıyla son buldu. Yani evet, 79 Devrimi halkındı; dışarıdan getirilen hiçbir düzen, içeride halkı yok sayarak kalıcı olamazdı.
Bu baskı rejimi karşısında, Batı’nın desteğini alan Rıza Pehlevi’ye karşı halkın desteğini kazanan Ayetullah Humeyni, giderek yalnızca dinî değil, siyasi bir figür haline geldi. Camiler ve medreseler yalnızca ibadet değil, aynı zamanda örgütlenme alanlarına dönüştü. Solcular, İslamcılar ve milliyetçiler; çok farklı çizgilerden gelen bu gruplar, ortak bir düşmana karşı birleşti: Batı destekli otoriter rejim. Devrim, sokakta milyonların yer aldığı, halkın kendi kaderini yeniden eline almak için yürüttüğü güçlü bir başkaldırıydı. Ve bu başkaldırı, Batı’nın kurduğu düzeni halkın kendi elleriyle yıktığı nadir örneklerden biri olarak tarihe geçti.
Devrimin umutları, yeni bir baskının gölgesinde kayboldu
Ancak devrimden sonra umutla kurulan düzen, kısa sürede bambaşka bir yön aldı. Sandıktan çıkan yeni yönetim, halkın sesi olma vaadini terk ederek, yerini halk üzerinde tahakküm kuran teokratik bir yapıya bıraktı. Velayet-i Fakih sistemi, halkın iradesini temsil etmek yerine, Tanrı adına karar verme iddiasıyla hareket eden bir otoriteye dönüştü. Böylece özgürlük hayalleriyle gerçekleştirilen devrim ve el değiştiren yönetim, halkı susturan bir rejime kaynaklık etmiş oldu.
Ve belki de en çarpıcısı, Batı’nın dayattığı baskıcı modernleşmeye tepkiyle doğan bu devrimin, sonunda yine kendi halkına baskı kuran başka bir otoriter düzene evrilmiş olması. Bu tablo bize sadece aktörlerin değil, iktidarın araçlarının sabit kaldığını; sistemin, kimin elinde olursa olsun benzer şekilde işleyebildiğini gösteriyor. “Bir şey haddini aşarsa, zıddına inkılap eder” sözü de burada yankı buluyor: Bastırılan her şey, er ya da geç, başka bir biçimde yeniden yüzeye çıkıyor.
İran’ın Filistin meselesini ve direniş eksenini iç politikada araçsallaştırması
“Liberal demokrasinin galip geldiği” bir dünya düzeninde, bir rejimin halkına rağmen güç kullanması meşruiyet krizidir. İran rejimi bu boşluğu, yalnızca “Allah adına” konuştuğunu söyleyerek dolduramaz hale geldiğinden, dışarıdan devşirdiği güç anlatılarına sarıldı. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de vekil gruplarla kurulan “direniş ekseni”, halk desteğinden çok askerî ve ideolojik aygıtlarla taşındı.
Filistin meselesi de bu bağlamda, halkla dayanışmadan çok, iç politikada meşruiyet üretmenin bir aracına dönüştü. “İsrail’e karşı duran bir tek biziz” söylemi, rejimin yalnızlığını örtmenin ve ciddiye alınma iddiasının dayanağı haline geldi.
Bugün bu eksen hem sembolik hem pratik olarak zayıfladı. Buna rağmen rejim, meşruiyet boşluğunu ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden yeniden doldurmaya çalışıyor. Her kriz, rejim için bir “zafer” gibi sunuluyor. Oysa bu strateji halklar için değil, sadece rejimin varlığını sürdürmesi için işliyor.
Oksidentalizm: Batı karşıtlığının içeriye yansıması
İran’ın Batı karşıtı söylemi, başlangıçta halkta karşılık bulan bir direniş dili olsa da, zamanla içerideki baskıyı meşrulaştıran bir araca dönüştü. Bu söylem yalnızca dış politikayı değil, içerde halk iradesini bastırmak için de kullanılıyor. Muhalif gazeteciler, kadınlar, öğrenciler “Batı ajanı” ya da “özentisi” olmakla suçlanıyor; “ahlaksızlık” ise “Batılılaşmak”la eşleştiriliyor. Böylece temel hak talepleri değersizleştirilip, rejim hem küresel sisteme hem kendi halkına karşı savunma pozisyonu alıyor.
Bugün İran’ın İsrail’e kafa tutan az sayıdaki devletten biri olması, bu gücü meşru kılmıyor. Gücün kaynağı ve amacı halktan gelmiyorsa, halk için kullanılmıyor hatta halka zarar veriyorsa, hangi cephede durduğundan bağımsız olarak karşısında durulması kaçınılmazdır.
Batı’nın çifte standardı ve seçici eleştirisi
İran rejiminin halkına uyguladığı baskılar ne kadar gerçekse, Batılı siyasetçilerden ve kamuoyundan gelen “özgürlük”, “kadın hakları” ya da “insan hakları” temelli eleştirilerin ikiyüzlülüğü de o kadar görünür. Gazze’de bombalanan siviller için sessiz kalınması, “Afgan kadınları özgürleşecek” vaadiyle başlatılan savaşın sonrasında Afganistan’ın unutulması gibi örnekler, bu çifte standardı defalarca ortaya koydu. Bugün de benzer bir tablo karşımızda: İran rejiminin baskıları bahane edilerek İran halkının uğradığı askerî saldırılar meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Oysa ortada çok açık bir gerçek var: İran halkı yalnızca kendi rejimiyle değil, o rejimi “eleştirme” hakkını kendi çıkarları için kullanan Batı’yla da yıllardır tek başına mücadele ediyor. Çünkü tarih defalarca gösterdi ki, rejim karşıtlığı, her zaman halkın yanında olmak anlamına gelmiyor. Ve bombalarla gelen hiçbir “özgürlük” gerçekten halkı savunmuyor; tam tersine, onların yaşadığı zulmü sadece kullanışlı bir araç haline getiriyor.
İranlı kadınları “kim” kurtaracak?
Bu yüzden, “İranlı kadınların maruz kaldığı baskılar, ne zaman, kim tarafından ve hangi çıkarlarla gündeme getiriliyor?” sorusunu sorgulamadan kurulan dayanışma, yüzeysel kalıyor. Gerçek feminist dayanışma, bu kadınları sadece rejimlere karşı direnişleriyle değil, emperyalist güçlerin jeopolitik oyunlarında araçsallaştırıldıkları anlarda da korumayı gerektiriyor. Kadın mücadelesi, küresel hegemonik söylemlerle asimile edilmeden, kadınların öznel deneyimleri ve toplumsal konumları üzerinden ele alınmalı. Böylece kadınlar, sadece siyasi simgeler değil, kendi tarihsel bağlamları içinde özne olarak tanınabilir.
Orta Doğulu kadın yalnızca başörtüsünü çıkartmak istediğinde beyaz feminizmin gündemi oldu
İran’da yıllardır rejime direnen, işkence gören, gözaltına alınan, öldürülen kadınların ve gençlerin tarafında olmak, politik bir tavır değil, temel bir insanlık refleksi. Zaten aksi yönde bir tavır içinde olan, İranlı kadınları gündem maddesi yapmaktan aciz bir “kadın hareketi” ya da “kadın dayanışması” düşünülemez. Ama bu duruşun samimiyeti, rejime karşı olmanın işe yaradığı anlarla sınırlı kaldığında, ve Orta Doğulu kadın sadece başörtüsünü çıkartmak istediğinde beyaz feminizmlerin konusu olabildiğinde; işte o zaman devletlerin yeniden başrole alındığı hikâyelerin bir başka versiyonuna dönüşüyor. Ve unutulmamalı: İran’a atılan her bomba, rejimden önce, rejimin altında yaşamaya çalışan insanlara değiyor.
Marjane Satrapi’nin “Persepolis” filminde Avrupa’da sokakta kaldıktan sonra ailesini arayıp İran’a geri dönmek isteyen Marjane’in ağlayışı, sadece ona ait değil. Ülkesine hem özlem hem korkuyla bakan, baskıcı rejimiyle değil, kendi kültürü, dili, insanıyla bağlı hisseden binlerce İranlının duygusu bu. Rejimden kaçmak, memleketten kaçmak değil. Ve en çok da bu yüzden Marjane, Avrupa’da geçirdiği yıllarda bile hep İranlı kalır. Çünkü İran; bir coğrafya, bir tarih, onu yönetenler değil, onu yaşayan insanlardır.
Devlet anlatıları, halkın sesini boğuyor
Bugün Filistin’den İran’a, Afganistan’dan Suriye’ye, konuşulması gereken yalnızca rejimler ya da devletler değil; insanlar. Gerçek bir insani duruş, hangi devletin suçlu olduğuna karar vermekten önce, kimin yaşadığına, kimin öldüğüne bakmayı gerektirir. Çünkü bu siyasi sistemler, en başta insan için var. Ve bu insan, hiçbir rejimle eşitlenemez, hiçbir “emperyal kurtuluş anlatısı”na indirgenemez.
Bu yüzden bugün konuşanlar kadar susturulanları da duymak gerekiyor. İran halkının sesi, ne kendi rejimiyle ne de ona karşı olduğunu iddia eden dış güçlerle temsil edilebilir. Bu mücadele, bir siyasi denklem değil; bedenleri, hayatları, sesleriyle yürütülen, hiçbir “uluslararası çıkar” anlatısına sığdırılamayacak kadar insani bir direniş. Ve eğer gerçekten özgürlükten bahsedilecekse, önce bu çelişkiyle yüzleşmek gerekir.
İran-İsrail Ateşkesinin Ardından:
Kim Kimi Kimden Kurtarıyor?
Yakın zamanda yaşanan İsrail’in İran’ı bombalaması ve ardından gelişen olaylar, ABD’nin çatışmaya dahil olması, nihayetinde ateşkesin yine büyük aktörler arasında sağlanması, hikâyenin kimin adına yazıldığı sorusunu daha da yakıcı hale getiriyor. İsrail’in saldırıları, aslında İran’ın nükleer programını hedefleyerek bölgede yükselen bir gücü engelleme ve Orta Doğu’yu kontrol altında tutma amacını taşıyor. Bu müdahale, sadece İran rejimini zayıflatmakla kalmayıp, aynı zamanda bölgedeki güç dengesini Batı lehine korumaya yönelik stratejik bir hamle olarak görülmeli. Rejim değişikliği söylemi ise halkların özgürlüğüyle değil, Batı’nın doğrudan kontrol edebileceği daha “yönetilebilir” bir hükûmet kurma arzusuyla bağlantılı. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi.
İran rejimi, yıllardır halkın taleplerine sırtını dönmüşken, bugün kendini “direnişin merkezi” olarak sunarak hem içerideki meşruiyet krizini hem de dışarıdaki yalnızlığını örtmeye çalışıyor. İsrail ise, Filistinlilerin hayatlarını hiçe saymaya devam ederken, İran’a yönelik saldırılarını tanıdık “önleyici savunma” söylemiyle meşrulaştırıyor. ABD, Irak işgalinde olduğu gibi, tehdit olarak algıladığı her unsur üzerinden Orta Doğu’da söz sahibi olmaya, varlığını güçlendirmeye çalışıyor. “İran toplumuna özgürlük, barış ve rejim değişikliği getireceğiz” söylemi, beyaz sömürgeci zihniyetin tarihsel palavralarından ibaret; Orta Doğu halklarının gerçek kurtarıcısı olmadı ve olamaz.
Ayrıca hiçbir rejim, o rejimin altında yaşayan halkın bombalanmasını meşrulaştıramaz. Amerika ve Avrupa’nın sömürgeci geçmişinden biliyoruz ki, Orta Doğu ve Afrika halkları sözde demokrasi ve özgürlük vaatleriyle kültürel asimilasyonun hedefi haline getiriliyor. Bu vaatler, aslında tahakküm kurmanın bir aracı oluyor. Bu noktadaysa, tüm bu tartışmaların ortasında şu soruları sormak gerekiyor: Kim, kimi kimden kurtarıyor? Kim kimin adına konuşuyor? Dolayısıyla mesele, yalnızca şu anki aktörlerin eylemleri değil, bu eylemlerin tarihsel sürekliliği ve ideolojik arka planıdır. Biraz geriye gidelim ve İran’ı birlikte anlamaya çalışalım:
1953 Darbesi: Batı’nın vesayet düzeni nasıl kuruldu?
1953’te İran’da yaşanan darbeyle başlayalım. Bu darbe Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak adına halk iradesine nasıl müdahale ettiğinin çarpıcı bir örneği. O dönem İran Başbakanı Muhammed Musaddık, ülkenin en değerli kaynağı olan petrolü millileştirerek, İngiliz Anglo-Iranian Oil Company’nin (bugünkü BP) tekeline son vermek istedi. Bu, hem İngiltere’nin ekonomik çıkarlarına hem de ABD’nin Soğuk Savaş’taki stratejik kaygılarına doğrudan tehdit olarak görüldü. Musaddık’ın artan halk desteği ve bağımsızlıkçı tavrı, Batı’nın gözünde tehlikeli bir radikalizm gibi okundu; hele ki komünizme kayma ihtimali, CIA ve MI6’yı “Ajax Operasyonu”yla devreye sokacak kadar korkuttu.
Batı’nın asıl derdi ne demokrasi ne özgürlüktü; mesele, kontrol edilebilir bir İran’dı. Bu yüzden, genç ve Batı yanlısı Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi iktidara taşıdılar. Çünkü o, seküler modernleşme adı altında otoriter bir rejim kurarak Batı’nın çıkarlarını güvence altına alacak “makul” bir aktördü. Muhammed Rıza Pehlevi’nin yeniden başa getirilmesi, Batı’nın yalnızca çıkarlarını korumakla kalmayıp, İran halkına hızla bir “medenileşme” projesi dayatmasına da zemin hazırladı. Modernleşme adı altında yürütülen bu süreç, aslında Batılı yaşam tarzının makbul, medeni ve ideal kültür olarak empoze edilmesiydi. İran halkı bir yandan otoriter bir rejimin baskısıyla yaşamaya zorlanırken, diğer yandan kendi kültürel ve dinî değerlerinden uzaklaştırılıyordu.
1979 devrimi: Halkın kendi kaderini eline alışı
Batı’nın “istikrar” dediği şey, İran halkı için baskı, sansür, işkence ve kültürel yabancılaşma demekti. Ve bu birikim, 1979’da halkın sokaklara dökülerek yalnızca bir rejimi değil, aynı zamanda Batı’nın yıllardır kurduğu vesayet düzenini de yıkmasıyla son buldu. Yani evet, 79 Devrimi halkındı; dışarıdan getirilen hiçbir düzen, içeride halkı yok sayarak kalıcı olamazdı.
Bu baskı rejimi karşısında, Batı’nın desteğini alan Rıza Pehlevi’ye karşı halkın desteğini kazanan Ayetullah Humeyni, giderek yalnızca dinî değil, siyasi bir figür haline geldi. Camiler ve medreseler yalnızca ibadet değil, aynı zamanda örgütlenme alanlarına dönüştü. Solcular, İslamcılar ve milliyetçiler; çok farklı çizgilerden gelen bu gruplar, ortak bir düşmana karşı birleşti: Batı destekli otoriter rejim. Devrim, sokakta milyonların yer aldığı, halkın kendi kaderini yeniden eline almak için yürüttüğü güçlü bir başkaldırıydı. Ve bu başkaldırı, Batı’nın kurduğu düzeni halkın kendi elleriyle yıktığı nadir örneklerden biri olarak tarihe geçti.
Devrimin umutları, yeni bir baskının gölgesinde kayboldu
Ancak devrimden sonra umutla kurulan düzen, kısa sürede bambaşka bir yön aldı. Sandıktan çıkan yeni yönetim, halkın sesi olma vaadini terk ederek, yerini halk üzerinde tahakküm kuran teokratik bir yapıya bıraktı. Velayet-i Fakih sistemi, halkın iradesini temsil etmek yerine, Tanrı adına karar verme iddiasıyla hareket eden bir otoriteye dönüştü. Böylece özgürlük hayalleriyle gerçekleştirilen devrim ve el değiştiren yönetim, halkı susturan bir rejime kaynaklık etmiş oldu.
Ve belki de en çarpıcısı, Batı’nın dayattığı baskıcı modernleşmeye tepkiyle doğan bu devrimin, sonunda yine kendi halkına baskı kuran başka bir otoriter düzene evrilmiş olması. Bu tablo bize sadece aktörlerin değil, iktidarın araçlarının sabit kaldığını; sistemin, kimin elinde olursa olsun benzer şekilde işleyebildiğini gösteriyor. “Bir şey haddini aşarsa, zıddına inkılap eder” sözü de burada yankı buluyor: Bastırılan her şey, er ya da geç, başka bir biçimde yeniden yüzeye çıkıyor.
İran’ın Filistin meselesini ve direniş eksenini iç politikada araçsallaştırması
“Liberal demokrasinin galip geldiği” bir dünya düzeninde, bir rejimin halkına rağmen güç kullanması meşruiyet krizidir. İran rejimi bu boşluğu, yalnızca “Allah adına” konuştuğunu söyleyerek dolduramaz hale geldiğinden, dışarıdan devşirdiği güç anlatılarına sarıldı. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de vekil gruplarla kurulan “direniş ekseni”, halk desteğinden çok askerî ve ideolojik aygıtlarla taşındı.
Filistin meselesi de bu bağlamda, halkla dayanışmadan çok, iç politikada meşruiyet üretmenin bir aracına dönüştü. “İsrail’e karşı duran bir tek biziz” söylemi, rejimin yalnızlığını örtmenin ve ciddiye alınma iddiasının dayanağı haline geldi.
Bugün bu eksen hem sembolik hem pratik olarak zayıfladı. Buna rağmen rejim, meşruiyet boşluğunu ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden yeniden doldurmaya çalışıyor. Her kriz, rejim için bir “zafer” gibi sunuluyor. Oysa bu strateji halklar için değil, sadece rejimin varlığını sürdürmesi için işliyor.
Oksidentalizm: Batı karşıtlığının içeriye yansıması
İran’ın Batı karşıtı söylemi, başlangıçta halkta karşılık bulan bir direniş dili olsa da, zamanla içerideki baskıyı meşrulaştıran bir araca dönüştü. Bu söylem yalnızca dış politikayı değil, içerde halk iradesini bastırmak için de kullanılıyor. Muhalif gazeteciler, kadınlar, öğrenciler “Batı ajanı” ya da “özentisi” olmakla suçlanıyor; “ahlaksızlık” ise “Batılılaşmak”la eşleştiriliyor. Böylece temel hak talepleri değersizleştirilip, rejim hem küresel sisteme hem kendi halkına karşı savunma pozisyonu alıyor.
Bugün İran’ın İsrail’e kafa tutan az sayıdaki devletten biri olması, bu gücü meşru kılmıyor. Gücün kaynağı ve amacı halktan gelmiyorsa, halk için kullanılmıyor hatta halka zarar veriyorsa, hangi cephede durduğundan bağımsız olarak karşısında durulması kaçınılmazdır.
Batı’nın çifte standardı ve seçici eleştirisi
İran rejiminin halkına uyguladığı baskılar ne kadar gerçekse, Batılı siyasetçilerden ve kamuoyundan gelen “özgürlük”, “kadın hakları” ya da “insan hakları” temelli eleştirilerin ikiyüzlülüğü de o kadar görünür. Gazze’de bombalanan siviller için sessiz kalınması, “Afgan kadınları özgürleşecek” vaadiyle başlatılan savaşın sonrasında Afganistan’ın unutulması gibi örnekler, bu çifte standardı defalarca ortaya koydu. Bugün de benzer bir tablo karşımızda: İran rejiminin baskıları bahane edilerek İran halkının uğradığı askerî saldırılar meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Oysa ortada çok açık bir gerçek var: İran halkı yalnızca kendi rejimiyle değil, o rejimi “eleştirme” hakkını kendi çıkarları için kullanan Batı’yla da yıllardır tek başına mücadele ediyor. Çünkü tarih defalarca gösterdi ki, rejim karşıtlığı, her zaman halkın yanında olmak anlamına gelmiyor. Ve bombalarla gelen hiçbir “özgürlük” gerçekten halkı savunmuyor; tam tersine, onların yaşadığı zulmü sadece kullanışlı bir araç haline getiriyor.
İranlı kadınları “kim” kurtaracak?
Bu yüzden, “İranlı kadınların maruz kaldığı baskılar, ne zaman, kim tarafından ve hangi çıkarlarla gündeme getiriliyor?” sorusunu sorgulamadan kurulan dayanışma, yüzeysel kalıyor. Gerçek feminist dayanışma, bu kadınları sadece rejimlere karşı direnişleriyle değil, emperyalist güçlerin jeopolitik oyunlarında araçsallaştırıldıkları anlarda da korumayı gerektiriyor. Kadın mücadelesi, küresel hegemonik söylemlerle asimile edilmeden, kadınların öznel deneyimleri ve toplumsal konumları üzerinden ele alınmalı. Böylece kadınlar, sadece siyasi simgeler değil, kendi tarihsel bağlamları içinde özne olarak tanınabilir.
Orta Doğulu kadın yalnızca başörtüsünü çıkartmak istediğinde beyaz feminizmin gündemi oldu
İran’da yıllardır rejime direnen, işkence gören, gözaltına alınan, öldürülen kadınların ve gençlerin tarafında olmak, politik bir tavır değil, temel bir insanlık refleksi. Zaten aksi yönde bir tavır içinde olan, İranlı kadınları gündem maddesi yapmaktan aciz bir “kadın hareketi” ya da “kadın dayanışması” düşünülemez. Ama bu duruşun samimiyeti, rejime karşı olmanın işe yaradığı anlarla sınırlı kaldığında, ve Orta Doğulu kadın sadece başörtüsünü çıkartmak istediğinde beyaz feminizmlerin konusu olabildiğinde; işte o zaman devletlerin yeniden başrole alındığı hikâyelerin bir başka versiyonuna dönüşüyor. Ve unutulmamalı: İran’a atılan her bomba, rejimden önce, rejimin altında yaşamaya çalışan insanlara değiyor.
Marjane Satrapi’nin “Persepolis” filminde Avrupa’da sokakta kaldıktan sonra ailesini arayıp İran’a geri dönmek isteyen Marjane’in ağlayışı, sadece ona ait değil. Ülkesine hem özlem hem korkuyla bakan, baskıcı rejimiyle değil, kendi kültürü, dili, insanıyla bağlı hisseden binlerce İranlının duygusu bu. Rejimden kaçmak, memleketten kaçmak değil. Ve en çok da bu yüzden Marjane, Avrupa’da geçirdiği yıllarda bile hep İranlı kalır. Çünkü İran; bir coğrafya, bir tarih, onu yönetenler değil, onu yaşayan insanlardır.
Devlet anlatıları, halkın sesini boğuyor
Bugün Filistin’den İran’a, Afganistan’dan Suriye’ye, konuşulması gereken yalnızca rejimler ya da devletler değil; insanlar. Gerçek bir insani duruş, hangi devletin suçlu olduğuna karar vermekten önce, kimin yaşadığına, kimin öldüğüne bakmayı gerektirir. Çünkü bu siyasi sistemler, en başta insan için var. Ve bu insan, hiçbir rejimle eşitlenemez, hiçbir “emperyal kurtuluş anlatısı”na indirgenemez.
Bu yüzden bugün konuşanlar kadar susturulanları da duymak gerekiyor. İran halkının sesi, ne kendi rejimiyle ne de ona karşı olduğunu iddia eden dış güçlerle temsil edilebilir. Bu mücadele, bir siyasi denklem değil; bedenleri, hayatları, sesleriyle yürütülen, hiçbir “uluslararası çıkar” anlatısına sığdırılamayacak kadar insani bir direniş. Ve eğer gerçekten özgürlükten bahsedilecekse, önce bu çelişkiyle yüzleşmek gerekir.